Wednesday, November 19, 2014

Kırmızı haller

Kaş (Ekim 2014)


Uzun bir yoldan küçük adımlarla geliyorum
her şeyin başlangıcındayım
uzanabildigim yere kadar
tüm dünyanın çiçekleri açıyor
sonra tek tek kopartılıyor gibi
kokular da yok oluyor etrafından.
Sonra bakıyorsun
tüm başlangıçların olduğu yerde
seninle ben kalmışız
üzerimizde kırmızılar
kırmızı haller var.
Söylediklerin düşüyor
papatya yaprakları gibi yere tek tek
sonra üçer üçer
sayılamaz oluyorsun
sayılamaz oldukça güzelleşiyorsun
güzelleştikce koşar adım hızlanıyorsun
hızlandıkça yetişemiyorsun.


Geç kaldığımız her ana dokundum.
İstediğim dokunduğun anı da bilmekti
bilmek sonra en başa dönmek
baştan aynı adımlarla daha hızlı
dönerek
döne döne
tüm düşen yaprakları toplamak gibi.

Kısa kısa anlatayım
yapraklarla olacak gibi değil
tane tane anlatayım.
Koştuğun yerde geç kaldın.
İki gün sonra geldiğinde
bulabileceksin sözlerini.
Sözleri de topladım
bıraktım oraya
tüm bunların en başına
başlangıcına.

9/10/2014 
Kıbrıs - İstanbul dönüş uçağı notu

Saturday, November 1, 2014

Ayrıl ayrılıklardan.






Seni olmadığın yerlerde aramayı alışkanlık haline getirmiştim.
Sonra olmadığını anladım.
Sonra aramayı bıraktım. 










Not 1 : Çekmecemde kırmızı winston paket buldum. Hatırlamıyorum. Kimi neden hatırlamam gerektiğini de bilmiyorum.
Not 2 : Bazı ayrılıklardan defalarca ayrılırsın. 

Monday, October 20, 2014

Pardon! Ölü ruhlarla konuş(a)mıyorum.

Assos'ta Evren ile konuşuyordum. Dinliyor muydu bilemem? Foto : Seda Ergül
Bir dediğini iki etmek istemediğiniz insanlar vardır. Böyle kırılmasın ona birşeycikler olmasın diye hissettiğin, her daim. Bu hissi korumak kolay değil bakın, her daim diyorum. Hep diyorum. Herhangi bir zamanda bir yanına bıçak saplarmış gibi hisler bırakmak istemezsiniz, canını acıtmak, incitmek istemezsiniz. Böyle bakarsınız ona. Saçını seversiniz filan içinizden. Gözlerine bakınca sevgi taşar yüreğinizden. Ama o insan da zaten çok rahattır sizin yanınızda. Cıvıldar konuşurken bir güzelleşir bir şey olur, değişim geçirir. Bedbaht bir halde gelmiştir, dünya da yaşanacak gibi bir yer değildir aslında ama işte sizi görünce gülümser, içiniz bir hoş olur, o bedbahtlık geçiverir. Cıvıl cıvıl anlatır, siz sıranızı beklersiniz. Sıra size gelince de siz hoşlaşırsınız, güzelleşirsiniz, akarsınız, çağlarsınız. Bu insanlar kendilerini sakınmazlar, gözünün içine bakarlar insanın konuşurken, gözlerinin haresinde anlatmakta olduğunun heyecanını görürsünüz, üzüntüsünü hemencecik okursunuz, başka da bir şey görmezsiniz çünkü neyse o'dur zaten. Böyle çeşitli şekillerde birleşerek döne döne hareket edersiniz. Ama mutlaka hareket edersiniz. 

Seven insanın güzelleşmesi, üstüne hoş bir hal gelmesi edebiyat tarihinin (her türlü sanat için) ilham konusuydu. Fakat maalesef her sevgi ilişkisini trajediye dönüştürebilen ruhlarla yaşıyoruz bu dünyada artık. Bu zamanlarda hepimiz çirkiniz!* Gerçek trajedyaların üzerimizde bıraktığı o tatmin verici ağırlık da bu sebepten yok oldu gitti, yalancılarını yaşaya yaşaya. Tüm zamanını ve enerjisini kendisini kötü hissetmek üzere harcayan insanlarla çevriliyiz. Kendini iyi hissetmeye çalışmak, iyimserlik ve umut aptalca adledilmeye başlandığından beri de hayatımız cehenneme döndü. Kimseye iyimserlik aşılamak zorunda değiliz elbette, bence mesela siz ne yapiyorsunuz, iyi biri misiniz?, benim pek umurumda değil. Ama bir şey yapmanız umurumda. Hareketsiz kalmanıza, hareket etmeyi reddetmenize tahammül edemiyorum. Çünkü o zaman yaşamıyoruz gibi oluyor. Dokunmuyoruz. Koklamıyoruz. Yaşamak kültür ve sanat aktiviteleri ile içiçe olmak demek ya, eger bir konsere gitmeyi, sergiye gitmeyi erteliyorsanız iyi etmiyorsunuz. Kendiniz için hiç iyi etmiyorsunuz.  

bir süredir 'iletişim' adına karşıma çıkan bu 'şey'. güzel değil.







Sevmek motivasyonu. Sevebilmek, teslim olmak için içgörü gerekiyor. İçgörü kendini, hislerini, neyi neden yaptığını anlayabilme yetisi demek. Hislerinle barışık olmak öncelikli durum. Bunu yapabilmek sezgilerini kullanmayı gerektiriyor. Onları da kullanmayı bıraktığımızda işte geriye bu otonom, ne olduğunu anlamlandırma ihtiyacı bile duymadığımız bir takım davranışlar kalıyor. Olan iletişime oluyor. Duygularının farkına bile varmayan bir takım insanlar hissel sebeplerden bir takım hareketler yapmaya yönelmiş, sözler söylemiş olduğu halde neden böyle bir hal icinde olduğunu anlamlandıramadığı için kendine bile yabancılaşan bir takım davranışlarda bulunuyorlar. Sonra da kendilerinin özdeşleşemediği bu davranışları savunmaya çalışarak aradaki o incecik bağı da yokediyorlar. Adına da kavga diyoruz. 

Dünya anlatıyor da yazık biz duymuyoruz.
Bu dünyada sanırım öncelikle kendini paylaşarak eksileceğini, eskiyeceğini zannetmekten vazgeçmek gerekiyor. Birini suçlamaya başlamadan önce kendine dönüp bakmayı unuttuğumuz bu harika zamanlarda o çektiğimiz özçekimlerde filtreleyerek gördüğümüz insanlar değiliz biz. Tonlarca kusurlarımız var. Asık suratlı (maskeli) bir insan grubu olarak yaşıyoruz şehirlerde. Sorsan hepimizin hayatı gerçek birer drama! Çünkü her birimiz kendi karşılıksız sevgi / karşılıklı sevgisizlik dünyamızda sıkışıp kaldık. O dünyadan çıkıp bir şey yaratmak için ise artık cesaret sahibi olmak gerekiyor. Hayatı yeniden kurmak için. Tekrar eden planlar yerine en baştan yeni bir şey yaratıp onun sürekliliğini sağlamaya çalışın, büyümesini, kabul görmesini sağlamaya çalışın. Göreceksiniz asıl zorluğun nerede olduğunu. Her albüm çıkardığımızda, her yeni eser yazdığımızda yaşadığımız bir fenomen bizim bu. Hep iç dünyamız çalkalanıyor. Ama iç dünya diye bir şey de var işte. 

Sorarsan hepimizin başında felaketler var, evet ve hiç bir felaket bir daha herhangi bir felaket bile yaşayamayacak durumda olmaktan daha kötü değil. Bir de böyle düşünün. 

*Sanatla zamanın güncel ilişkisi üzerine böyle bir yazı yazmayı planıyorum. Kendime not düştüm. 

Monday, October 13, 2014

Cihan sen neresi olsun istiyorsan orası.

Hayati nasil gormek istiyorsan, bizim gibi algilari duymaya daha acik insanlar icin yeniden yazayim, nasil duymak istiyorsan oyle duyuyorsun. Bazen duymuyorsun, ya da ne oluyorsa kanallarda duyamiyorsun. En aci durumlardan birisi bu. Kulaklarin acik bekliyorsun ama ses yok. Sessizlik de degil bahsettigim. Bir ses var. Ama duymak istedigin degil. Anlatmasi zor sanirim. 

Persembe aksamiydi Taylan'in kendi rizasiyla artik duymayi birakmaya karar verdigini duydugumda. Agir bir uzuntu ve huzun coktu uzerime. Huzun duygumu da alip, her seferinde oldugu gibi uzaga gittim. Sevdiklerim bilir kactigim yerleri. Orada duruyorum. Ancak bugun yazabilecek kadar anladim ne oldugunu. Yazmam gerektigi icin yaziyorum. Aslinda paylasmak istedigim icin degil. 

Hayatimda ilk gercekten ve cidden ogrencim oldugunu iddia edebilecegim insandir Taylan. Tanistigimzda Rock gitaristi olmak isteyen 19 yasinda genc bir adamdi. Ben de genctim Amerika'dan yeni donmustum. Butun istedigi gercekten gitarist olmakti. Nisanli veya sozluydu hatirladigim kadariyla. Buraya bir sekilde guclu bir bagi vardi yani. Annesiyle de ilgilenmesi gerekiyordu. Bir donem calistik. Amerika'ya Berklee'ye gitmek istiyordu. Bir denedi Amerika'yi orada kisa donem okudu geldi istedigi gibi olmadi diye hatirliyorum. Sonra benimle kompozisyon calismak istedigini soyledi. Muzik oyle enteresan bir alandir ki zanaat kismi icin hoca / ogrenci iliskisinin devam ettigi bir disiplindir. Dusuceyi, dusunce ve uygulama teknigini ogrenmen, uygulayabilmek icin cesaretlenmen gerekir. Cesaret icin de hemen her zaman guvendigin insanlarin goruslerini almak istersin. Taylan bana tam (iyi) anlamiyla kuyruk olmustu. Her zaman her yerden karsima cikabilir, fikir sorabilirdi. Boylesine istekli, ilgili ve caliskan bir insana arkanizi donup gitmezsiniz. Zaten karakter olarak arkanizi donebileceginiz, paylasmak istemeyeceginiz birisi degildi. Bildigim her seyi anlatmaya, paylasmaya calistigim ilk kisidir Taylan. Israrla, hic usenmeden, korkmadan ogrenmek istedi. En oncelikli onemi belki de bu benim icin. Bilgimi gercek anlamda saklamadan etmeden paylastigim ilk insan. 

Zamanla  kendisindeki yaratici taraflari kesfetmeye, arastirmaya basladikca muzik yazmaya, bestecilige merak saldi. Ama ne merak? Her seyi ogrenmek istiyordu. Okuyor, soruyor, yaziyor, ciziyor, soruyor ve soruyordu. Sonra Bilgi Universitesi'ne girmeye karar verdi ve elbette kazandi. O sirada caz teorisi agirlikli bir bolum olmamiza ragmen esas ilgisi hep daha yaratici ve yeni muziklere oldu. Tasarimla ilgileniyor, yazdigi muzikleri uzun uzun planlamayi seviyordu. Mezuniyet projesi icin de benimle calismayi secti. Onu hep dogru insanlara yonlendirmeye calistim. Tolga Tuzun ve Tolga Yayalar ile tanistirdim. Onlarla da calisti. Elektronik muzige dadandi. Surekli kendi tasarladigi planlarla calismayi seviyor oldugu icin de en sonunda oyle bir seviyeye gelmisti ki  aramizda soyle bir diyalog gecmisti : "Ama anlamadim Taylan o zaman bu su nasil olacak?". "Nasil anlamamis olabilirsiniz ya iste cok basit...." :) Bu bence bir ogretmenin ogrencisiyle gelebilecegi en harika noktadir. 

Taylan akademisyen olmak istedigini soyledi. Ona okullar baktik. Memphis'te kuzeni besteci Tolga Zafer Ozdemir okuyordu. Onu Kamran Ince ile tanistirdim. Aslinda tam olarak tuttum kolundan Kamran'in konserlerinden birine goturdum ve zorla onlari tanistirdim. Dosyasini da yanimizda hazir tuttuk. Kamran Ince ogrenci alimlarini o donem icin yaptiklaini soyledi. Ben de israr ettim Taylan'in ozel birisi oldugunu soyledim sebepleriyle. O da Taylan'la gorusmeyi kabul etti. Dosyasini yaninda goturdu Memphis'e, cok etkilenildigini soyledi bize ve sonra kabul haberi geldi. Cok sevindik. Taylan boylece Memphis'e master yapmaya gitti. Butun bu ugrasi hayatta kac kisi icin yapmak istersiniz? Bir dusunun. 

Ara ara uzun epostalar yazdik birbirimize. Bazen facebook'tan yazisiyorduk. Muziklerini dinliyor yaptiklarini takip etmeye calisiyordum ama zamanla koptuk. 2010'da Cornell'e Doktora icin full burslu olarak kabul edildigini yazdiginda bana artik hocam demekten vazgectigini bundan sonra artik benim "selen" oldugumu da yazmisti :) Bu seviyeye gelmek de cok guzeldir. Ogretmen arkadaslarim bilirler. Cornell'de de elbette basarili oldu. Cok sevilen birisi oldu. Sevilmemesi imkansiz bir insandi Taylan. Hep guler yuzlu, bir suru ailevi sorunla bogusmak zorunda kalmasina ragmen gercek bir savasciydi. Cok da yumusak bir insandi. Hayati boyunca olmak istedigi sey icin tum enerjisi ve zamanini harcayip 36 yasinda neden boyle bir sey yapmaya karar verdigini, buradan cekip gitmeye karar verdigini bilmiyoruz. Nereden bilebiliriz ki? Tek yapabilecegim onu sevmeye, saymaya devam etmek ve karari icin saygi duymak. Tum bunlari basarmaya calisirken onu anlamaya calismaktan hic vazgecmedim ama bu kararini anlamaya calismiyorum. Bunu anlayabilmek imkansiz olduguna gore oldugu gibi kabul etmeye calisiyorum. Eninde sonunda hayat devam ediyor iste. 

Taylan Cihan. 

Taylan "İnce, kibar, güzel, boylu boslu kimse (genç) ve cok yağmur yağmasına karşın işlenebilir durumda toprak" demekmis. Ben buraya geldigimden beri surekli firtina var ve yagmur yagiyor. Her yer cok guzel kokuyor. Toprak kokuyor. Kendisi ince, kibar ve cok yakisikli bir adamdi zaten. Cihan ise ne demek biliyorsunuz iste ; Gok demek. Evren demek. Dunya demek. Iste "o" demek. 

Websitesi için:
www.taylancihan.com

Müzikleri için : 
https://soundcloud.com/taylanc








Tuesday, September 23, 2014

Hayatımı Kaydıran Şarkılar

Sevgili arkadaşım Sarp Keskiner benden geçen sene böyle 10 parçalık bir liste istemişti. Ben de üşenmeyip yazmıştım. Kocaman tuhaf bir liste olmuştu. Bazıları sözlü değil dolayısıyla şarkı bile denemez. Ama işte benden de bu çıkıyor. Sonra bir şekilde bu liste basılamadı sanırım. Bari ben kendi bloguma koyayım dedim. Parçaların isimlerinin üzerine tıklayarak youtube linklerine ulaşabilirsiniz. 

İşte o şarkılar :


Prince’i hayatımda efsane yapmış parçadır. 1984 tıfıl bir müzisyen adayıyım. Klasik müzik çalıp dinliyorum. Pop dinliyorum. Birden böyle bir parça çıktı  ortaya, içinde bas hattı yok. Hiç bas yürüyüşü yok! Tuhaf, yüksek, iç gıcıklayıcı bir gitar solo ile giriyor parça, acayip bir ritmik riff var tekrarlı ve parçadaki herşeyi Prince kendi çalıp söylüyor. Büyülenmiştim! Sonra Miles Davis bir röportajında Prince hakkında harika şeyler söyleyince peşini bırakmadım. Ezbere bilmediğim parçası yoktur o dönemde diyebilirim. 

Yaş 16. Çok aşık olduğum bir erkek arkadaşım var. Benden 3 yaş büyük ve gitar çalıyor. Herkes aileleri ile yaşıyor. Bana dedi ki “bize gel okuldan sonra sana biraz müzik dinleteyim”. Benim de o gün sabahtan beri kafamda past time paradise caliyor. Oturuyorum kalkıyorum arka planda parça durmadan çalıyor. İlk defa gitmiştim evine. Oturdum koltuğa “bak ben bu şarkıyı çok severim. sana onu çalayım” dedi ve past time paradise çalmaya başladı!

Konservatuar’da öğrenci olduğum zamanlar. Caz seviyorum, Marsalis kardeşler yeni popüler olmaya başlamış. Başka müzikler de seviyorum. Pop, Rock ne bulursam dinliyorum. The Police aşığıyım. Sting solo albüm yapıyor dediler kızdım Sting’e grubu dağıttı diye. Sonra The dream of the blue turtles albümü geldi, içinde Kenny Kirkland, Branford Marsalis, Darryl Jones, Ömer Hakim çalıyor. Şapkam uçtu. Parçayı ilk dinlediğimde Sting’e bütün kızgınlığım geçti. Hem pop hem de caz, daha ne olsun! 

Ayvalık Sarımsaklı plajı'nda Karayollarının kampındayım ailemle. Erkek arkadaşım walkman'de dinleyeyim diye bana Bass desires albümünün kasetini vermiş. Crossing the corpus callosum açılış parçasıdır albümün. Çok sıcak bir öğleden sonra banka oturdum, kulağıma taktım walkman’i. Elektronik bir takım sesler efektler var. Acayip merak ettim, acaba onlar ne? Zaman, mekan kaydı ve müzik benim için bir daha geri dönmemecesine anlam değiştirdi. 

Pat Metheny albümlerini 80 sonu 90’ların başlarında ezbere bilirdik. Hatta İstanbul Müzik Festivali’ne geldiklerinde tüm ekip 2 gece üstüste gitmiştim konserlerine. April Wind solo çaldığı bir parça, bende çok farklı bir yeri var. Metheny’nin müziği genellikle mutludur. Nedense çok hüzünlü geliyor bu parça bana. Mark Egan, Danny Gottlieb, Lyle Mays ile çaldığı ECM’den cikmis 78 albümünden’dir. Herkes bilmez. Bir parça solo ancak bu kadar güzel çalınabilir. Dinlemekten CD çizilmişti. Hala aynı derecede dokunur bana dinleyince.  

Hastası olduğum sık sık kullandığım döngüsel form’un en güzel ve kısa örneklerinden biri. Minicik bir form bu kadar mı enerjik, bu kadar mı baş döndürücü bir enerji ile çalınır? Ekip inanilmaz; Palle Danielsson, Jan Garbarek ve Jon Christensen. Ben hala enerjim yoksa bu parçayı koyup kendime gelirim. Jarrett burada 8 tane eli varmış gibi çalıyor. Ayıp! 

Kate Bush kadın ozan idollerimden biridir. The Red Shoes albümünü yaptığında Bulgar Korosu kullanmıştı backvokaller icin çok etkilenmiştim. Bir gün Serdar Ateşer’in evinde oturmuş albümü dinliyorduk. O sıralarda Serdar'ın evi mabed gibiydi. Bütün müzisyenler gelir takılırdı, ben de daha gençtim. “Parçada gitarı Jeff Beck çalıyor galiba” demiştim dinlerken ve o çıkmıştı, hic unutmam! Birden çok havalı birisi oldum camiada böylece :) Şarkıda Kate Bush “sugar” diye bir bağırır! Kelimeyi kimden duysam her duydugumda ve her zaman benim icin “you’re the one”. 
http://www.youtube.com/watch?v=upQFn7sPfF4

Berklee College of Music’e okumaya gittiğimde Tribulent Indigo  albümü yeni çıkmıştı. Ders aralarında kütüphaneye müzik dinlemeye gidiyordum. Albümü bulup dinlemiştim ve bu şarkıyı duyduğumda aklım çıkmıştı. Sözler ve tavır olarak benim için bütün Mitchell parçalarından açık ara öndedir. Babam kadar sevdiğim Wayne Shorter soprano saksafon çalar bir de bu parçada. Bir süre başka birşey dinleyememiştim. 

Davulcu arkadaşım Jörg Mikula bana bu albümü Avusturya’dan hediye yollamıştı. Ben ilk Trio şarkı albümümü kaydetmek istiyorum ama nasıl birşey yapmak istedigimden cok emin degildim o sıralarda. “Bence bunu bir dinle senin yapmak istediğine çok benzer birşey” diye de not var mektubun içinde. Albümden çok etkilendim. Özellikle parçanın sözleri çok kuvvetlidir. Arkasından da Sürprizler albümümü kaydettim zaten. Drawing Lines bana reçete oldu denebilir.

Radiohead alternatif müzik algısını benim için, 90'ların ortasından sonra bir çok müzisyende olduğu gibi, yeniden oluşturdu. Özellikle Weird fishes parçası ile. Bu parçanın basement yorumu da inanılmazdır ama orijinalini ilk duydugumda çok uzun zaman parçaya kitlendim. Özellikle sözlere. Teknik yaklaşımı sebebiyle de Bilgi Müzik’teki Modal armoni dersime konu oluyor bu şarkı. In Rainbows albümü benim hala en büyük favorimdir bu arada. Bu albüm için uzun yol yapmışlığım vardır. 

James Blake müziğe yeni bir ses gelmiyor diye konuştuğumuz bir dönemde gökten düştü! Her şeyi kendisi yapan, parcalarını yazan kaydeden mixleyen halen yirmili yaşlarının başlarında müzisyen. İnanılmaz bir sesi var. Parçayı ilk duyduğumda üstüste yatan vokaller ve sürekli tekrar eden tek cümle söz, elektronikler, sadelik şaşırttı beni. Ezberimi bozdu. Çok cesur bir yaklaşımı var Blake’in. Benim en son albümüm Başka'daki Fruitful parçasına cesaret verdi. En son albümü overgrown da çok sakat albüm. Başımıza bundan sonra kimbilir daha neler gelecek Blake’den? 

Not: Blake'in Overgrown albümünü buraya yazmıştım. Blake. Büyüksün!


Monday, September 8, 2014

Soru

Dün akşamüstü
Bıraktım seni düzlükle denizin arasına.
Yolladım şeffafına,
Berrağına,
Sakinliğine,
Pembeliğine. 

Artık arasan bulamazsın kendini.
Artık bana da soramazsın. 
Hepsine yeniden başlaman gerek. 

Not :
Çiz beni
Yaz beni dediklerinde 
Kanma.
Kocaman kocaman bak
ve geçiştir. 


08.08.14\ Bandirma feribotu

Wednesday, September 3, 2014

Yakınlık

Annesi babası çalışan iki kız kardeştik. Annemin iş çıkış saati 17.30'du. Karayolları'nda Kimya Mühendisi. Memur.  İşten çıkar çıkmaz yanımıza gelirdi. Ortaköy'deki minik apartman dairesinde en sevdiğimiz oyunlardan birisi Diloy'la ortadaki sehpanın başına geçip annemin parmağıyla havaya yazdığı kelimeleri bulmaya çalışmaktı. Tabii aslında hiç bir zaman bulamazdık ne yazdığını ama bazen bulmuşuz gibi yapardı. O havaya yazardı biz kalem, at, çiçek, bebek filan diye bir şeyler uydururduk. O da "bilemediniz Bok yazdım Boook" diye bizimle kafa bulan birisiydi. Hep beraber kahkahalarla gülerdik. Onun her gün işe gidiyor olmasına, babamın Türkiye'nin bilmem neresinde sondaj yapmak için günlerce bazen haftalarca evden uzakta olmuş olmasına rağmen aile sevgisinden mahrumiyet hissimiz yok. Yeterince sevildik. Fiziksel mesafeye rağmen yakınlıklarını her zaman hissettik. 

Bir gün birisi bana yakınlıktan ne anladığımı sormuştu? Çok kısa düşünüp cevabını verebilmiştim. Yakınlık diye tasvir ettiğim şey fiziksel mesafe olarak adlandırdığımız şey değil. Can sıkıcı tarafları da olsa birbirini seven iki insanın arasındaki fiziki mesafeyi korkutucu bulmuyorum. Manevi mesafe asıl çekindiğim şey ve onun için iki kişi yanyana aynı koltukta bile duruyor olabilir. Fiziksel olarak bir aradayken yakınlaşamıyor olmak bende klostrofobi (kapalı yer korkusu) duygusu oluşturuyor. Özellikle Pazar kahvaltılarında dışarıya çıkan çiftler var mesela karşılıklı oturup kahvaltı boyunca birbirleri ile tek kelime konuşmuyorlar. Ben o masaların yanında bile oturamıyorum. Geçen haftaların birinde Cengiz Baysal ile birlikte akşam yemek yiyorduk, sıradan bir pidecide. Yanımızda bir çift var yaşlıca. Adam tüm yemek boyunca akıllı telefonu ile ilgilendi. Kadın sadece oturdu. Çaylarına kadar içtiler. Sonra hiç konuşmadan kalkıp gittiler. Kadın güzel giyinmişti, belli ki dışarı çıkıyorlar diye özenmiş. Ben bu durumu farkettim canım sıkıldı, Cengiz farketmedi. İşte algı böyle bir şey. Bazıları için önemli bir detay bir diğeri için sıradan bir şey olabiliyor.

Her şeyin zıtlığı kendisi ile birlikte geldiğine göre yakınlık dendiğinde uzaklığın da resmin içinde olması gerekiyor, öyle değil mi? Yakınlığın oluşabilmesi için kendi uzaklığı ile birlikte gelmesi lazım. Yakınlığı Türk Dil Kurumu "Yakın olma durumu veya Duygusal bağ, akrabalık ilişkisi" olarak açıklamış. Akrabalık ilişkisi kendini açıklıyor ama duygusal bağ iki kişi arasında nasıl oluşuyor? Ben yakınlığı bir sürü koşula bağlamaktansa bir yolculuk gibi görüyorum. Ama tek yönlü bir yolculuk değil elbette, gitmeli gelmeli bir yolculuk. Dolayısıyla iki kişi arasında zaten gözle görülemeyen bir uzaklığın var olması gerekiyor önceden. Arada bir uzaklığın olmadığı varsayımıyla birisiyle zaten duygusal bağ kuramıyorsun. Baştan bir mesafe olduğu algısının oluşması lazım. Yakınlık sanki gözle görülebilir maddesel bir araç gibi bu uzaklık düzleminin içinde iki yöne doğru hareket ediyor. O düzlem içinde gitmeyi bilmek kadar geri dönmeyi de bilmek lazım. Geri dönmek mesafeyi algılayabilmek için önemli. Ne kadar gidip ne kadar geri geleceğini sürekli bir dengede ölçmen gerekiyor. En önemlisi bunu yapabilmek için bir heyecanın olması gerekiyor ki mesafeler önemini yitirsin, eylemin kendisi anlam kazansın. 

Birisi ile yakınlaşmak istediğinde bu sürekli eylemi yerine getirecek motivasyonu nereden buluyoruz? Sanırım bunun cevabı meraklı bir heyecandan olmalı. Heyecan olmadan eylemde bulunamayan varlıklar olduğumuza göre. Heyecanı ayakta tutmak ise kişisel bilgilerden, başka türlü değişkenlerden oluşuyor. En zoru bu kısmı. İçimizde doldurulamayan o boşluktan oluşan bir merak var. Hepimizde farkındalık seviyesi farklı ama işte o boşluk orada duruyor. Var yani. 

Bugün bir arkadaşıma "yakınlık sence ne demek"' diye sordum? "Uzağın içinde yol gitmek bence yakınlık, yaklaştıkça yaklaşamamak belki. Belki hep istek duymak... Yakınlık uzaklığa dönüşüyor yol gitme durursa" dedi. Benim hissetiklerime çok benzer bir dil bu. Hep istek duymak bu yolculuk motivasyonun ta kendisi. Ben iki kişinin birbirleriyle hiç iletişmeden (konuşmaları gerekmiyor bir bakışma da olabilir) yanyana durduğunda içlerinden birinin iletişmek istediği hissini kapılırsam hala hayat var diye düşünüyorum. Ama o kişi için derin bir üzüntü hissediyorum. Çünkü yolculuk yapmak istediği yerde maalesef artık kimse yok. İki kişi de aradaki uzaklıktan rahatsız değilse orada yakınlığın ölümü gerçekleşmiş demektir. Bazılarımız bu ölümle yaşamayı kabulleniyor. 

Yakınlığın her zaman sürekli ve güvenli bir yolculuk olacağı konusunda hiç bir zaman verilmiş bir güvence yok. Buna rağmen deniyor olmamızı anlamak, açıklamak çok zor. Heyecanı ayakta tutmak kısmı kişiselleşince iki uçtan birisinin diğerinden tokat yemesi (mecazi) an meselesi. Kişisel değişkenler ya da değişmeyenlerin tutucu başkaldırısı ortaya çıktığında diğerine yolculuğu bitirmek kalıyor. Bu değişkenlere bu yazıda girmeyeyim amacım yazıyı uzatmak değil merkeze yolculuk fikrini almak. Belli ki yaşananlardan bana arta kalan yakınlık konusu oldu. Bir dönem yazdığım, Beklemek başlıklı yazılarım gibi bir seriye dönüşebilir gibi gözüküyor. Olsun varsın. 

Bu aralar şiir okuyorum. Yazıyorum da. Elimden bir tek bu geliyor. Bazıları şarkıya dönüşüyor. Bazıları ile bakışıyoruz. Paylaşım şekli yakında kendi ihtiyacından doğar. 

Murathan Mungan'ın o lanet, o baş belası şiiri Yalnız Bir Opera'dan bir alıntı :


 "O boşluk doldu sanırsınız
      Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir

      gün gelir bir gün
      başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide
      o eski ağrı 
      ansızın geri teper.
      Dilerim geri teper. Yoksa gerçekten
      Bitmişsinizdir."


İki göz yaşı dökmeden okursanız şiiri bir daha bu sayfaya geri dönmeyin!

Not: TDK'ya göre Uzaklık 
1. isim Uzak olma durumu, ıraklık
"Duvarın yüzünde birbirine otuz arşın kadar uzaklıkta sımsıkı kapalı iki büyük kapı vardı." - H. R. Gürpınar
2. matematik İki nokta arasındaki uzay ölçümü, mesafe




Thursday, August 21, 2014

Alıntı 001_01

"Tek bir kişi varlığıyla, bütün öbür insanlara gözdağı verir." Tersine çevirmekte bir sakınca görmüyorum bu gözlemi. Bütün öbür insanlar da, tek tek ya da toplu varlıklarıyla, o tek kişiye gözdağı verirler. Yalnızlık, bu gözdağına karşı çürük bir sığınak değil mi? Sanat bir sığınak olduğu oranda, koruyabiliyor mu sağladığı yalnızlıkla kişiyi o gözdağından? Öyleyse yazarlık, bestecilikten daha sağlam bir sığınak mı? 


Mimaroğlu, İ. (1994). Paul Bowles : Besteciliğe Boş Veren Yazar. Ertesi Günce. İstanbul : Pan 





Not: Ortalıktan kaybolan bir arkadaşım var normalde yazdıklarımı okur yorum yapar. Bulut oldu. Bunu da okuyacaktır. Belki beni bulmak ister iki çift kelam etmek ister info@selengulun.com'a. İyi midir hoş mudur bir ses versin DD. 

Saturday, August 9, 2014

İki çizgi


Ne zamandır ses etmiyorum sanıyorsun.
Her göz kırpışım tek bir sesle başlıyor
Sonra yok oluyor
Sen duyuyorsun.

Buradaki sessizlik
Yanımdaki heybenin içindeki kağıtlar gibi
Buruşuk. 

En alttan dolduruyorum
Dolduyorum ve boşaltıyorum. 
Boşalttığım her ses çizgi
Doldurduğum her bardak ses.

Ayaklarım karıncalanıyor 
Parmaklarım dolanıyor
Hala bana kızıyorsun.
Neşelen artık.
Neşe dol. 

İki çizgi içine yerleştireceğim seni
Hiddetin hep ondan. 

Assos, 08/08/14

Monday, August 4, 2014

Muhafazakarlaştırabildiklerimizden misiniz?

Al siyaset al!
Siz ne istiyorsunuz ben bu aralar bunu düşünüyorum. Seçim sebebiyle yine gündem sürekli siyaset. Halbuki siyaset yapılmıyor koskaca ülkede sadece demogoji. Ben bazen diyorum ki Gezi nasıl oldu? Çünkü anılarımda kaldı biraz ve belki onun kırgınlığı da var. Bir süredir duruyorum. Çok sevdiğim bir arkadaşım "sen çok yoruldun, dinlenmek istemen normal" dedi geçen gün. Ben dinleneyim de ortamı bu muhafazakar düşünceye mi bırakayım? Hayır efendim (saf). Ama işte benim kafamı karıştıran şey bir kısım insanın algılarını dümdüz etti. Anladım ki mücadelem zaten anlamadığım kesimle değil. Geçmişte bir nebze anlıyor olduğum şimdi ise o tuzağa düşmüş olup da yine her şeyi çok iyi bilip analiz ettiğini düşünen kesimle. Çünkü onlar tartışamıyorlar. Deneyin ve görün. Ya seni susturmaya çalışıyorlar ya da bağırıyorlar. Ya da seni dinliyorlarmış gibi yapıyorlar ama içlerinden ısrarla müstehzi bir gülümsemeyle "öyle değil, hiç değil" demeye devam ettikleri için lafların uzaya saçılıyor. Sen söylesen de söylemesen de söylediklerin deli saçması görüldüğünden tartışmaya konu bile olamıyor. Özgür düşünceye ve tartışma özgürlüğüne geçmiş olsun. Tayyip kazandı. Durum vahim!


Bir iletişim yöntemi olarak Candy Crash.

Genel yaşantı gittikçe muhafazakarlaşan bir toplumda işten eve evden işe şeklinde yaşanıyor. O da işi olabilenler için. İşi sahibi olabilen bir kesim (özellikle okumuş ise) kendilerini ayrıcalıklı (çoğunlukla beyaz yakalılar) hissetmeyi sevdiği için toplumun o "önemli" kısmını oluşturduklarını unutup içerik olarak boş, görsel olarak ayrıcalıklı pozisyonlarını daha da fazla ayrıcalıklarla donatmak için uğraşıp duruyorlar. Sistemin önerdiği en iyi evi arabayı alayım, en iyi telefona bilgisayara sahip olayım, çocuğum en pahalı özel okulda okusun, 5 yıldızlı otellere indirimli 6 ay önceden yer ayırtayım, gidince yediğim önümde yemediğim arkamda olsun, diğer insanlara bakabileceğim kadar kalabalık bir yerde olayım ki kendi ayrıcalıklı konumumu veya daha ayrıcalıklı olanı inceleyebileyim, evime yakın AVM'de takılayım, çocuğum dilediği gibi koşup oynasın (?), alışveriş yapayım, daha fazla alayım, daha fazla alayım... Daha fazla alayım. Bu arada eklemeden edemeyeceğim bu iletişim için en iyi alet edevata sahip olmak konusu beni eğlendiren bir konu. Çünkü iletişmeyi bilmeyen, iki kelime edemeyen insanların elinde o aletler gerçekten eğreti duruyor. Neyse bari Facebok, Twitter, Youtube filan var.  Konuşarak anlaşamasak da telefonlar bir işe yarıyor. (Yarıyor mu?)


Al TOKİ al!
Toplumdan uzaklaşarak yaşamak tuzağına düşünce ne oluyor? İçiçe yaşamamız gerekince gerçeklerle yüzleşiyoruz. Tatillerde mesela. Banka kuyruklarında. Otobüslerde. O aslında arzu edilen uçurum yüzümüze çarpıldığında birdenbire nedense üzerimizde korkunç bir etki yaratıyor. Sonra çoğu insanın Twitter gibi ortamlarda "ay toplu taşımalarda insanlar kokuyor" benzeri yavan, içinde hafif kendini üstün gören tavırlı yazılarını okuyoruz. Evet. Doğru tabii. Ama saatlerce çalıştıktan sonra kokmuş da olabiliyor insan hangi koşullarda çalışıyor o kişi biliyor muyuz biz? Herkesin bir ofis bölmesi (cubical) yok ki (ha-ha). Ayrıca koşullar ve öncelikler aynı değil. Elbette buna anlayış göstermek zorunda değilsiniz. Ama keşke anlamaya çalışsak birazcık?


Birbirinden uzak, anlayışsız, ilgisiz olmak kolay yönetilebilir olmayı beraberinde getirdi. Yaptılar Tokileri o uzak şehir köşelerine, o içinde gym olan AVM olan tuhaf lüks (yersen) evleri ki siz ömrünüzün en güzel yıllarında o evleri almak için uğraşırken sosyalleşemeyin, iki fikir alışverişinde bulunamayın, şehir içine şehir dışına araba kullanıp durun, deli gibi benzin harcayın, kültür sanat etkinliklerine gitmemek için trafik, gün yorgunluğu gibi bahaneleriniz olsun, kafanızı kaldırıp deniz'e Ay'a bile bakmayı unutun, dizilere gömülün, hazır yemeklere gömülün, birbirinizi twitter'dan şikayet edin, facebook'larda kurduğunuz yapay mekanlarda, oyunlarda yaşayın. Okumayın. Okuduklarınızı paylaşmayın birbirinizle ve mümkünse bunu yapanı da dinlemeyin. Kulaklarınızı sıkı sıkı kapatın iyice de kafanızı karıştıracak sesler (müzik) sızmasın içine. Sosyal medya'da emojilerle gülüp birbirimizin gözlerinin içine bakıp kahkaha atmayı unutalım diye bizi şehir hayatında köle yaptılar. Güle oynaya kabul ettik. Halbuki şehir dediğin sosyalleşmek demektir. O kadar hareket etmiyoruz ki artık hareket edene kızar olduk (bana kızmayın çok). Yani Fck you very much capitalizm covered with conservatism

Hadi diyelim annelerimiz babalarımız dayılarımız teyzelerimiz amcalarımız bizi anlayamadı. Ama biz de aldık başımızı daha uzaklara gittik vesselam. Ben bu evim olsun kafasını hiç ama hiç anlayamıyorum. Bir de evin içinde süre gelen inşaatları. Sitede oturuyorum. Apartman dairesini alan, kiraya gelen içini kırıp döküyor. Bu nasıl bir komplekstir kardeşim anlamak mümkün değil? İnsanlar 1800'lü yıllardan kalan evlerde oturuyor Edirne sınırının dışında, yeni mutfağım olsun şöyle gül gibi temiz temiz oturayım filan demiyor. Siliyor süpürüyor kırıp kıçını oturuyor aşağıya. Dokuz senedir aynı sitede oturuyorum, ben hariç (bir de sevgili alt komşum) herkesin evinin duvarları kırıldı, yerleri söküldü, mutfak yer değiştirdi efenim banyo kırıldı yine yapıldı filan. En salakları benim (bir de işte sevgili alt komşum) sanırım. Hala aynı mutfak ve banyo ile yaşıyorum bayağı iğrenç bir insan olmalıyım öyle ki pis pis oturuyorum galiba eski fayans, sifon... Bu arada aylarca süren gürültü, başka insanların evine yaptıkları pislik, toz duman da yanlarına kalıyor. Ama onların evleri tertemiz gül gibi biliyor musun? Pencereler filan hep değişti. Paralar saç saç saçıldı. Sular elektrikler harcandı. Mis gibi oldu. Şimdi gelip huzur ve mutluluk içinde oturacaklar (ahahahahhahaha....) içine. Yani içine cidden ben böyle işin...


Ağlamaktan sorumlu Devlet Bakanı Arınç.
Bülent Arınç 29 Temmuz'da "İffet çok önemli. Sadece bir isim değil. Kadın için de bir süstür, iffet. Erkek içinde bir süstür. İffetli olacak. Erkek de olacak. Zampara olmayacak. Eşine bağlı olacak. Çocuklarını sevecek. Kadın ise o da iffetli olacak. mahrem-namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak. Bütün hareketlerinde cazibedar olmayacak, iffetini koruyacaksın" diye bir açıklama yaptı. Ben erkek olsam "zampara senin baban" diye itiraz ederdim ama erkeklerden ses çıkmadı. Kan dondurucu nitelikte bir söylem olmasına rağmen ciddiye almayanlar veya konuyla dalga geçenlerle dolu bir sosyal medya ortamı izledik arkasından günlerce. Halbuki bu laflar politik. Kişisel de değil. AKP'nin algıda muhafazakarlığı oluşturarak özellikle kadının aslında nasıl davranması gerektiği konusunda kendisini sorgulamaya başlayacağı o ince çizgiyi çekecek bilerek, isteyerek edilmiş laflar zincirinde bir halka. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu toplantısında da konu oldu elbette. Ama tabii orada bir çözüm arayışı var. Bu söyleminden kadınlar öldürülürse sorumlu olduğunu hatırlatalım Arınç'a diyerek hakkında suç duyurusunda bulunmaya karar verildi. Bugün Çağlayan Adliyesi'nde verdik suç duyurumuzu. Hayırlı olsun!

Tam buraya Ekmeleddin İhsanoğlu'nun adaylığı, söylemleri ve muhafazakarlık üstüne uzun bir paragraf girmek istiyorum. Ama seçimler bitene kadar bekleyeceğim. Sadece alıntı yapmakla yetineceğim; "Homofobi evrensel bir mesele değildir. Bizim toplumumuz muhafazakâr bir toplum. Muhafazakâr toplumun hassasiyetlerini düşünmemiz lazım. Türkiye’de 76 milyon insanın değerlerine saygılı olmamız lazım”.

Bir de kamuoyundan gerekli tepki almamış bir eğitim haberi var. "Anadolu lisesine puanı tutmayan öğrenci, ikametine göre otomatik olarak imam-hatibe kaydolacak" diye müjdeli bir haber! Bu haber karşısında ne olacak diye bakıyorum ben aileleri, öğretmenleri izliyorum ve hiç bir şey olmuyor. Bunun üzerine çok düşündüm. Neden aileler sesini çıkarmıyor? Bu bir çeşit kabulleniş mi yoksa gerçekten aslında ailelerin çocukları için tercih ettiği gelecek böyle bir şey mi? Yaygın Bonzai kullanımı (ki bence bu da Amerika'nın zamanında müzisyenler üzerinde bilinçli olarak uyguladığı uyuşturucu politikasına benzetilebilir) ve diğer uyuşturucular sürekli gündemde tutuluyor. İnsanlarda çocuğum uyuşturucu batağına saplanacağına, iffetsiz olacağına, serseri olacağına bari imam hatip'e gitsin diyorsan ablacığım o kötülüklerden koruyacak olan da sen(d)sin çocuğunu. Baştan sevdiysen, ilgi gösterdiysen gitmez oralara. Giderse de geri gelir. Sen ver çocuğuna birey olma bilincini, sorumluluk duygusunu bir şey olmaz ona. Ama işte algı politikası çoktan verdi meyvelerini! Herkes korkuyor çocuğundan. Buna da 4+4+4 gibi az ses çıkacak gibi gözüküyor. 



Olmaz olsun böyle sanat! :)
Şimdi eğitim bu halde, kişilerin tercihleri de aman düzen değişmesin bize bir şey olmasın taraflarında gezinince bizim gibi dağ başına gidip felsefe tartışmak filan da biraz deli işi oluyor tabii. İçerik konusunda hala bir yazı yazamamış olmam gerçekten içimden gelmediği içindir. Ben açıkcası orada da burada eleştirdiğime benzer bir kapalılık duygusu içinde aradığımı bulamadan döndüm. Ama iyi oldu tüm bunlar üzerinde düşünmem gerekti. Tabii ki yazacağım ama ne yazacağımın biraz zamanın filtresinden geçmesi gerekiyor anladığım kadarıyla. Türkiye' de geriye kalan kültür sanat eylemlerinin gittikçe yavanlaşması da daha muhafazakar bir toplum olmayı arzu eden insanların tercihi oldu elbette. Kültür ve sanat eylemleri dünyada artık muhafazakar bir bakış açısıyla değerlendirilemeyecek bir boyut almış, çeşitlenmiş, dallanıp budaklanmış, kişiselleşmiş ve toplumsal sanat fikrinden uzaklaşmış bir haldeyken hala sanatın ve sanatçının tek tipliği üzerine konuşmak bana tuhaf geliyor. Sanat 1960'lardan beri insanlardan sanat eseri karşısında kendilerini yeniden yapılandırmalarını bekliyor. Yani (gerçek) sanatçının görevi sizin beklediğiniz görev olmayabilir artık. İzleyici olarak sizin almanız gereken pozisyon da aynı mesafeyi koruyarak izlemek olmayabilir. Bunları kim düşünecek ya iş var güç var diyorsan saygılar abime. Ben ve benim gibiler düşünüyoruz işte. Bari onun için bas krediyi bize öyle geç abicim. 

Bu ara çok yakın arkadaşlarım diyor ki çok sertleşti yazdıkların. Ben üslubumda bir fark sezinle(ye)miyorum. Sadece herkesin konuşmaktan söylemekten çekindiği bir ortamda hala ifade ediyor olmam tuhaf kaçıyor olabilir. Sen daha dur. Bekle. Hep böyle atıp tutardım efenim zaten burası benim kişisel blogum. Elbette susmayacağım, yazacağım artık gönlümden ne koparsa. Annemin anlattığına göre (yoksa ben inanmıyorum) çocukluğumda "Selen'ciğim biraz sus artık vallahi yorulduk" demesinin ardından duvara dönüp anlatmaya devam eden bir çocukmuşum :) Eskisi kadar çok konuşan birisi değilim artık maalesef meslek beni yıprattı ama söyleyeceğim varsa illa söylerim. İçimde tutamam. Peşinizden gelir rüyalarınıza girer o lafı bir şekilde söylerim. Eğer bir gün susarsam bilin ki öldüm.



Not 1: Bizim mavi hap vardı ya ne oldu? O da mı kurguydu? Kırmızı ile devam mı?

Not 2: Bari ben de evimin kapısını mı değiştirsem, ne yapsam? Komplekslendim bak şimdi? :)


Sunday, August 3, 2014

Biraz

0
Bir düzine derin vardı senin
Her değiştirdiğinde ötekini sevdim.
Gittikçe inceldin yok oldun 
Sonra yenileri geldi.

1
Yeniden biriktirdiklerin.

2
Her derinde gelen dert sardı.
Ağzımda, dilimde, burun deliklerimde
Sade belirsizlik.
Değiştirdiklerinde derinde yürüyor ağır,
Önce boğazımda
Sonra göğsümde biraz. 

Ankara 26.07.14

Monday, July 21, 2014

Biliyoruz da yapıyoruz!

Siz benden Felsefe yazisi, bir takim cikarimlar bekliyorken ben bu yaziyi yaziyorum. Bastan ozur dilerim. Harika insanlar var surecler icinde benimle surekli iletisim icinde kalan. Cok meraklilar. Bazisi hic tanismadigim dostlar. Medrese'de ne oldu merak ediyorlar. Fakat ben 15 gunluk uzaklardan boyle dondum. Bu da bir alternatifti sonucta. Boyle oldu. Onlar anlar zaten ve bilirler ki onu da yazacagim!

Hayati boyunca her ortamda manipulatif ya da ayriksi olmus insanlar vardir ya. Hah. Iste o'yum ben! Arkadaslarim, ogretmenlerim hep "normal" nedir anlatmaya calisip durdular. Olduramadim arkadasim, olmadi. Neyse siz karsima gecip hep "bıdı bıdı bence soyle yapmalisin, boyle etmelisin" diye konusup durdunuz. Niye kaciyorum ben sık sık uzaklara? Sizden kaciyorum. Normlarinizdan, sıkıcılığınızdan, alismisliginizdan, heyecansizliginizdan, sıkılmışlığınızdan, depresyonunuzdan kaciyorum ama iste oyle veya boyle buluyorsunuz beni. Cok enteresan ama muhakkak buluyorsunuz. Gelip yine "bende ne yanlis sizce" illa soyluyorsunuz yuzume. Rahat birakin yaninizdaki insani yaninizda duruyorsa bir sebebi vardir. Birakin ne isterse yapsin. Uzaktan gozlemlemek diye bir sey var. Fakat biz mudahale etmeyi seviyoruz iste, seneler once vapurda "usume" diye disarida cocugunu doven ebeveyn gibisiniz. Yapmayin. O insan sadece sizden uzaga gidecek. Baska bir işe de yaramaz o mudahale. 

Felsefe kampindaki ayriksiligimi elbette uzun uzadiya yazacagim cunku cagdas sanat savunucusu, pozitif bilim takipcisi birisi olarak bunu yapmak boynumun borcu. Orada da ayrildim evet ama ayni sey degil. Zor ama ayni degil. Pozisyon belirlemek hayatta her akilli insan icin gerekli. Burasi benim yerim demek zorundasiniz. Yoksa yasamak cok zor olurdu. Yapmadiysaniz oluyordur. 

Inandigim seyler var sizin inanmadiginiz. Soyleyince ben ya da yazinca kizdiklariniz var. Sizin inandiklariniza inanmiyorsam ben, kizmiyorum. Anlamaya calisiyorum. Insanlari ve seyleri oldugu gibi kabullenmekte gucluk ceken bir toplumuz. Hep oyleydik. Ama varolan ortam bu durumumuzu bir guc olarak kullanmaya baslayinca teslim olduk. Tutuculuk tam olarak da boyle bir sey. Hic bir sey degismesin istemek, degisime direnmek demek. Sikayet etmekle birlikte (okudugum tweetleriniz orneklenebilir) hayatinizda hic bir sey degismesin istiyorsaniz orada sorun var. Hem de iste tam da orada gercek sorun var. Degisime acik olmak her babayigidin yapabilecegi bir sey degil. Ama yaparsa da bir yolculuktur geri donusu yoktur. Etrafinizdaki insanlarin sabit olmasini beklemeyin. Lutfen beklemeyin. Insanin sabiti farkli bir sey olmali, baska bir insan olamaz. Yoksa durmadan kizgin olur ve dusersiniz. Her kalkis da ayni degildir. Dusmeye alismak keyif almaya baslamak da mumkun ve tehlikelidir. Aman dikkat!!

Akisina yaziyorum bu aksam. Yaptigim yolculuklar gibi biraz...

Birisi bana gelip yasam seklimi, tercihlerimi, davranislarimi onaylamadigini, onun yasam sekline, tercihlerine tuhaf geldigini soylediginde ilk olarak sunu dusunuyorum (once elbette cocuk gibi kalbim kiriliyor. Eh bunu da yaratici muzisyen hassasiyetine verelim); "neden?" Bir insan neden bana sunu demek istiyor; "seni tasvip etmiyorum". Bunu duyunca endiselenmeye basliyorum. Fakat yanlis anlasilmasin. Kendim icin degil. O soru beni ehlilestirmiyor (eger amac bu ise). Cunku "sorun nerede?" diye dusunuyorum. Ben kendi yasam seklimden memnun olmasam degistirirdim diye dusunuyorum. Netekim degistiriyorum da. Farkliliklar seni neden rahatsiz ediyor? Sen kendine asil bunu sor. 

Meczupluk sabah 6'da gun dogumuna karsi yol yapip gozlerin kamasmisken renkler ve muzik yuzunden aglayabilmek ise, Ay simdi burada gozumuzun onunde ama sonra nereye gidecek ve nasil olacak diye merak edip o gece uyuyamamak ise, insanlar ne dusunuyor, ne hissediyor gozlemlemeye, anlamaya calismak ise, butun gun sessizlik icinde durmak istemek ise varsin olsun mesela. Once çok seviyorsunuz o insanı, sonra? Siz birbirinize yalanlar soyleyip duruyorsunuz kirmamak adina. Kotulukler yapiyorsunuz kendinizi korumak adina. Olmadiginiz insanlar gibi gosteriyorsunuz ve o kimliklerin icine sigamayip huzursuz oluyorsunuz. Yapmayin. Uzmeyin boyle insanlari. Birakin diledikleri gibi yasasinlar. Kime ne zarari olabilir boyle yasamanin?

Bana diyorsunuz ki bazen cok icten yaziyorsun. Icten yazmiyorum, icten yasiyorum. Icimden de yasiyorum. Yasadigimi da oldugu gibi aktariyorum. Gecen gun bir arkadasim dedi ki (hic tanismadik ama suretini tanimadan sevdigim birisi. Yazisarak anlastigimiz bu) "cok sicaksin, aileden biri gibisin". Elbette herkesle oyle degilim. Insanlarla iletisme seklimiz halimiz var. Gecirgen olmak istiyorum ben. Hayatta tek derdim bu. Cogunuzun degil. O yuzden kiziyorsunuz bizlere. Kizmayin. 

Yoldan geldim biraz uyudum ve sosyal medyada sikayette bulunuyorum. Olduramadim burada tuttaramadim diye. Piyanist oldum. E bir Fazil Say degilim sizin icin Kerem Gorsev de degilim. Neyim ben, neyim? Nasil bir piyanistim/muzisyenim? 5 tane album dizdim rafa arkadasim bir dinlesen, aslinda cevabi orada var. Hepsi de birbirinden farkli muzikler. Caz mi? Pop mu? Ne? Butun hayatini uretime adamis birisini anlamaya calismanin daha basit bir yontemi var midir? Ustelik de gercek birisi olmaya calisiyorsa. Tabii kisinin uretimini izlemek/dinlemek nasil birisi oldugu konusunda birebir fikir vermeyebilir, ama varligina saygi duymanin on kosuludur. Ama sanirim o karsilasmanin duygusundan korkuluyor. Ya seversen? Ya sevmezsen? Nasil soyleyeceksin? Halbuki ikisi de mumkun. Biz bunlari biliyoruz da yapiyoruz yaptigimizi. Sevip sevmemen degil bu hayatta onemsedigimiz, aslinda basitce merak etmen. Sen merak etmiyorsun ya bu hayatta biz ona icerliyoruz. Biz kim? Sen biliyorsun kim? Biraz motivasyon, azicik durtu. Hep ayni seyleri dinleyip, ayni yemekleri yiyorsunuz. Ayni muhabbetleri yapiyorsunuz. Sonra bize kiziyorsunuz. Kizmayin. Merak etmek yasamin dogasinda var. Ayni duygulari degil baska duygulari ortaya cikartacak islere de bakmak lazim degil mi? O insanlarin cogu (herkesin samimiyeti icin konusamam) gercekten urettiklerini uretmek istiyorlar. Oraya birakmak istiyorlar, sen belki dinlersin, gorursun, farkli bir sese bir ara kulak kabartmak istersin diye. 

Butun bu yazdiklarimi tabii ki cocuklugumdan beri birlikte yasadigim dunyanin en guzel heykellerinden biri olan "Akdeniz Heykeli"nin kolunu kiranlar yuzunden de yaziyorum. Ayrica kadina politik baski altinda siddet uygulayip yok edenler, cocuklara taciz tecavuz edenler, konser salonlarini yok edenler, okul sistemini degistirenler, cocuklari isci olarak kullananlar... Yuzunden de yaziyorum. Twitter'a "korkaklaaaar, hainleeeeer, onun bunun cocuklariiii" yazmak yerine uretken olmaya calisiyoruz. Yine bize, hep bize (kendinize) zarar vermek istiyorsunuz. Biz de kiriliyoruz... Kiriliyoruz... Otuz bin parcaya bolunuyoruz iste ne yapalim? Elden bu geliyor. Beni istemiyorsunuz burada. Her gecen gun daha da fazla istemiyorsunuz. Ben de ortamlara yazdiklarimi laf olsun diye yazmiyorum. Rahatlamak icin diye degil. 15 gun uzaklara "oyle olsun" diye gitmedim. Dusunuyorum, anlamaya calisiyorum. Biraz da kabullendim artik. Bu konuda israr etmek cok manali gelmiyor. Alternatifim kalmiyor. Goruyorum. Hissediyorum. Turkiye bana "git" diyor. 

Bugun feribottayken yine fiziken tanimadan ama sevdigim bir arkadasim (izniyle) bana "algıladığım kadarıyla sende çok güçlü dünyayı daha iyi bir yer yapma güdüsü var. Yoruluyorsundur. Belki de besleniyorsun bundan..." yazdi. Ben de dedim ki "Dunyayi kendim icin yasanilir bir yer kilmaya calisiyorum". Daha iyisini de bilmiyorum. Durumum budur.

Bu ayin hemen başında onlarca sene sonra hayatimin ilk aski ile iki saat süren kısa bir buluşmam oldu. Turkiye'de yasamiyor. Sanat tarihcisi bir bilim adami. Cok sarsici ama aydinlatici bir deneyimdi. Bazi insanlar sizin siz olmanizi saglar ya. Onun benim uzerimde sagolsun boyle bir etkisi vardir. Bana soyle bir mesaj yazdi bulusmamizin ardindan (affina siginarak) "Yolundan hic vazgecme olur mu? Seni nereye gotururse gotursun. Senin gibilerin durustlugu sayesinde dunya daha guzel bir yer. Icindeki cocuk seni hep koruyacak ve canli tutacak". Sonucta koklerim, erken gencligimi taniyan zamaninda sevmis, kollamis birisi. Ciddiye aliyorum. Ve belki de isime boylesi geliyor.

Birakin ozgur ruhlari ozgur kalsinlar. Buyumesinler. Lutfen. Korkmayin onlardan gelmiyor zarar. Ozgurlesemeyenlerden geliyor o ofke. Bas edemedigimiz. Icinden cikamadigimiz. 

Thursday, June 19, 2014

Ama Sen

Gece
Hiç büyümek istemiyorsun dedi
(sen de büyümeseydin) 
kimse büyümeseydi keşke dedim.

Yılllar geçmiş. 
Sanki hiç geçmemiş. 

Ve hala
dünya yeterince büyük
ve yeterince yuvarlak
ve yeterince akıllı
ve yeterince neşeli
ve bilgiç. 

Sen sadece
yetmiyorsun.
Yettiğin yerde konuşmuyorsun.

Konuşamıyorsun.

Durmak da bir eylemse eğer
senin durman bana çok.


19/06/14
02.13
istanbul

"Bir gün kahve iç(e)meyecek ben olmak istemiyorum" dedim. 
"Öyle mi?" dedi.

Wednesday, June 18, 2014

PC 536 - Silencio!

16/06/14
Bir saat yirmi dakikalik rotar beklerken mahser gibi kalabalik bir havaalaninda "hassasiyet" uzerine kitap okumak cok dogru bir secim olmadi galiba. Ama en azindan gurultuye, tat ve kokuya karsi olan asiri hassasiyetim konusunda yanliz olmadigimi bilerek "evet bu delilige tahammul etmem gerekiyor ve kendi rahatlik alanimi ne yapip edip yaratana kadar ugrasmam gerektigini biliyorum" diyerek caba sarfettim. Kitap da onu soyluyordu zaten. Iyi o zaman. Kulakigimi takiyorum. 


Roma turnem bekledigim gibi gecmedi ama boyle seylerin hayatin kendisi oldugunu anlamak icin yeterince tecrubeliyim sanirim. Butun agri sizi ataklari esnasinda bile guler yuzlu kalmaya calismis olmak, bayilma ataklarini nefes egzersizleri ve meditasyonla atlatabilmis olmak, yapamadiklarima degil en azindan yapabileceklerime konsantre olup sikintilara ragmen yaratabilmis olmak, somurtmamis, saldirganlasmamis olmak, arkadaslarimin sevgi ve ilgisine karsilik verebilmis olmak kazanclarim oldu. Insan her turlu durum karsisinda kendiliginden baska bir sekil alabilmeli. Benim varlik sebeplerimden birisi bu. Katiliklarimdan kurtulmak. Esnek olmaya calismak. Tum bu seyahatlari yapmiyor, hepsi birbirinden egzantrik yaratici insanlarla bulusup bir seyler uretmeye calismiyor olsaydim nasil bir insan olacagimi biliyordum. Yapmadim. Tercih etmedim. Ama her seferinde o insanlarla dolu bir ortama geri donmeye calismak ne kadar akillica oluyor bilmiyorum. Iste bunu hep dusunuyorum ve isin icinden cikamiyorum. 

Sonucta albumu kaydedemedik. Zaten ozunde zor bir ise kalkistigimiz soylenebilir. Birbirini seven saygi gosteren, tumuyle farkli, simdiye kadar muzikle icselligi benzer ama aliskanliklari benzemeyen iliski kurmus (bu kismi surec icin tehlikeli) uc insaniz. Benim saglik problemlerim albumu kaydedemeyecek olmamiz gercekligini degistirmiyor bence. Oz elestiri iyidir. Hastalanmis olmami bir sekilde kaydetmemeye bahane etmek durum karsisinda basarisizlik hissetmeden, birbirimize yuklenmeden karar verebilmemizi de kolaylastirdi. Biraz da o yuzden don(e)medim. Iyilesmem ve bir arada durabilmemiz icin cok caba sarfettiler. Kalma kararimin sagligim acisindan akillica olup olmadigini dondugumde anlayacagim. Oradayken (gelen baskilara ragmen) dusunmedim. Hassas icedonuklerin konsantrasyon seviyesi cok yuksek olurmus. Kitap da oyle diyo! 


Aslinda gercekten istedigimiz gibi calisamadik. Bence beklentilerimiz gercekci de degilmis. Pazartesi hastane, doktor fasillari sebebi ile calisamamis olsak da konsere kadar her gun asagi yukari 5 saat calistik. Bir suru itis kakis oldu, kisisel beklenti carpismalari v.s.. Ama ortada iyi niyet oldugu icin en azindan bir dahaki set up nasil olmali, muzik nereye dogru yonlenmeli hepimizin bir fikri oldu. Turkiye konserleri cok iyi gececektir. Album kayidi Turkiye'ye kaldi. Iyi oldu. Konserin parlak ve eglenceli gecmesi umut verdi. Italyan dinleyicisi iyidir. Salondakiler daha gecen gunlerde yaratilmis bir projeyi ilk defa dinlemek konusunda muthis hassas davrandilar. Bu durum bende Ilhan Mimaroglu'nun yeni muzik manifestosunun kabul edilebilir bir fikir olabilecegine dair ufak da olsa bir suphe uyandirdi. Dinleyici (izleyici de denebilir bu durumda) olayin gercek bir parcasi oldugunu dusunuyor / hissediyor sanirim her sey cok yeni ve organik oldugunda. Bu konuda yakinda Tiyatro Medresesi'nde bulusacagimiz Felsefe Kampi'nda muhakkak konusmaliyim. 

Bu sene yapmak istedigim albumleri yapamadigim bir sezon gecirdim. Blue Band'i kaydetmek istedim yapamadim. Icimden kaydedecegim de ne olacak duygusu geciyor surekli. Umutsuzlugu kendime yakistirmiyorum. Yakismiyor. Ama bu konuda (en azindan) kendimi taniyorum. Gercekten yapmak isteseydim onumde hic bir engel duramazdi. Ama Arter Bahane'de yaptigim Ses, Dinleme ve Dogaclama uclemesinden cok sey ogrendim. Akabinde Coskun (Akmeric) ile basladigimiz Elektro Pop projesi yeniden synthesizer'larla yakinlasmama on ayak oldu. Cok da eglenceli bir is oldu. Baska albumunu cesitli degisik olusumlarda calmaya devam ettik. Fakat butun bunlar yurt disindaki muzisyen arkadaslarim icin yarattigi heyecanin onda birini Turkiye'de yasatmadi. Kac tane proje kosturuyorsun diye soran Italya'li Lele ve Isvicre'li Patrick arkadasimin oralardan gorduklerini buralardan nasil gormuyoruz? Simdi "ay ulkede neler oluyor sen de.." falan diyecektir icinden. Onun agzina terlikle vururum. Tabii ki bunu sadece kendimi one surerek soylemiyorum. Turkiye'de sanatsal ortamdaki yozlasma yaratan insanlari da (ozellikle muzik) etkiliyor. Tek bir is yapip onun pesinden ordan oraya suruklenmek zorunda olmamak pesindeyim ve vazgecmeyecegim. Insanlarin yarattiklari duzendeki rahatlik ortamindan cikip baska insanlarla, baska alandaki insanlarla calismasi, yaratmayi denemesi gerekiyor. Icine kapaniklik tuzagini bu devlet kurdu bize. Basetme yontemi sadece disina cikarak olabilir. Yaratmak devrimin oz be oz kendisidir. Eylemseldir. Bireysel durusumuz yaptiklarimiz ile ortusurse tek basina hayata karsi olan durusumuz, iliskimiz ile ilgili de fikir veriyor. Ve bu sosyal medya'da bir cok kisinin tercih ettigi gibi durmadan kendini yapay bir sekilde anlatmakla olmuyor. Yaratmak ve ortaya koymaktan, karsisinda alinabilecek tavirlardan korkmamak lazim. Ama kirilmak yeniden yapilanmak serbest. Kitapta da yaziyor. Asiri hassas insanlarin kirilgan olabiliyormus :)

Roma'yi ve yasam tarzini seviyorum. Guzellikten bazen insanin kalbi sikisiyor. Bu kadar cok cicek, yesillik, tamamen korunmus ve saygi gosterilen bir tarih, Italyanca konusur gibi oten geveze kuslar. Soyle anlatayim, Marcello Allulli'nin yeni albumunun konserine Roma Muzesi'ne (Museo di Roma) gittigimizde calacaklari odada bir masa vardi. Gayri ihtiyari yol yorgunu cantami ustune koydum. Hemen bir muze gorevlisi "eeee.... scuza "diye geldi. E o da tarihi esermis tabii :) Elini degdigin her sey gibi. Muzisyene sanatciya saygi ve sevgi gosteriliyor. Tabii ki calacak yer yok gibi problemler onlar icin de mevcut. Ama muzeler bazi odalarini konserlere acmis mesela. Harika bir fikir iste. Koy 50 tane acilir kapanir sandalye, bir de piyano gelsin calsin isteyen. Konser salonundan ala akustik. Biz neden yapmiyoruz? Boyle bir seyi biz guzelim sehirde neden yasayamiyoruz? Buna kim karar veremiyor? Kimden neyi koruyorsunuz? Tarihi eserlerin uzerinden metro, yol gecirirken tarihimizi korumadiginiz kesin. Caldigimiz iki yer de muze icinde bir odaydi. Cok guzel akustik. Insanlar da kalkip sehrin bir ucunda demiyor, coluk cocuk konsere geliyor. Bizimkiler gibi "ya ben seni gecen sene gelip gormustum" demiyor. Gorsel bir seymisiz gibi. 

Sikayete baglamayayim. Benim anladigim su; Italya'da insanlar hala birbirini ariyor ve telefonda konusuyor (hatta biraz fazla). Temastalar. Konusuyorlar ve paylasiyorlar. Kimsenin Twitter hesabi yok. Avusturya'da da yok. Dunyanin en onemli caz, klasik ve modern muzikle ugrasan isimlerinin benden az takipcisi var. Konserleri de asagi yukari hep dolu. Ben son zamanlarda sosyal medya'da insanlarin sadece sikayet edip yaratici hic bir fikirle ortaya cikamadigina sahit oldugum icin en sonunda hareketlerimi, ozellikle isimle ilgili sinirlamaya karar verdim. Cunku o ortamda insanlar turneye gidiyorum kismini sadece "Italya'ya, New York'a gidiyorum" olarak algiliyor ve hep "cok egleniyorum, vur patlasin cal oynasin, oh" bir hayatim var zannediyorlar. Yolculuklarin fiziksel zorluklari, yeme icme, uyku duzeni problemleri, heyecan ve sahne gerginlikleri, sosyallesme fobisi, alerjiler, hastaliklar gozukmuyor, duyulmuyor. Oralarda ne urettigimden cok fotograflarina bakip neler yapmisim diye magazinsel kismi ile ilgilenmeye calisiyorlar ve ben rahatsiz oluyorum. Nazara filan inanan bir insan degilim ama gelen tepkilerden eylem icinde bile olmamin bazi insanlari rahatsiz ettigini gozlemleyebiliyorum. Bu cok uzucu. Bunun yaninda sonradan o mecralardan cikmis arkadasim olmus insanlar da var elbette, surecte sagligimi sordular, moral verdiler. Guzel insanlar. Yani bundan boyle sadece "yaptim iste bu" diye son urunu paylasacagim. Ilgilenen onlara baksin. Gercekten ilgilenen de muzikleri dinlesin. Benimle ilgilendigini zanneden ama muzigimi hic dinlememis, canli konserime gelmemis insanlar var etrafimda. Hepsinin benimle ilgili bir fikri var ama (baska konularda da oldugu gibi!). Bu nasil olabiliyor mesela anlamak cok guc? Tabloda, sozlerde eksik var ama demek ki insanlarin ilgisini yarattiklarin degil sadece yaratiyor olman cekiyor. Afedersiniz ama "o" kiz "bu" kiz olmayabilir. 


Gunumuz sanatcisinin isi zor. Boyle algilar uzerinden gerceklesen bir varlik olmaya donusmek de her babayigidin harci degil. Ve kitapta daha o bolume gel(e)medim...


Not 1: Muzisyen olmayanlarla neden kolaylikla anlasamadigimizi dusunup duruyorum. Ozellikle dogaclayan muzisyenler olarak surekli kendimizi, varligimizi savunmak zorunda kaldigimiz iliskilerde ve sosyal ortamlarda yasiyoruz. Sanirim uzun bir yazi yazacagim bir yerlere bu konuyla ilgili. Evet yazacagim.
Not 2: Sikayet edeceginize biriniz bana Turkce klavye alsin. Hep laf!