Friday, June 3, 2016

LH 1299 - LH 0716 Yol uzun

İzlanda'yı görmek hayatımı değiştirdi.
Geçen sene büyük bir heyecanla Tokyo'ya çalmaya gittiğimde 23 Haziran'dı. O zamandan bu zamana henüz 1 sene geçmeden 3 kere daha Japonya'ya gideceğim ve konserler için ne kadar çok yol katedeceğim hakkında hiç bir fikrim yokmuş. Toplamda yapmış olduğum yol km bazında sadece çalmak için yaptıklarım olarak hesaplandığında 120.974 kilometreymiş. 8 ülke, 4 farklı kıta. Şimdi Lufthansa uçağında Frankfurt'a doğru yoldayım. Oradan aktarma ile Tokyo'ya ulaşacağım. Yolum uzun ama heyecanlıyım. Sık ve uzun seyahat etmeme rağmen en son 2011'de evimden 3 aylığına uzaklaşmıştım. Tuhaf bir his oluyor aslında evsiz kalmak, benim sevdiğim bir durum, biliyorum herkes sevmiyor. Bu sefer Sydney Avustralya'ya geçeceğim Japonya'dan. Ona da çok heyecanlanıyorum. İlklerin ilki olacak. Solo konser olması iyice bilinmezde bilinmezlik. Tam benlik bir durum.

2003'ten beri sürekli uluslararası uçuş yapıyorum konserler için. Uçaklarda uçak notları yazardım bloğuma fakat uzun bir zamandır yazmıyorum. Kendi kendime sorup duruyorum yazma heyecanımı nerede düşürdüm diye? Son bir senedir içimde hüzünlü bir sessizlik var. Öyle yaratıcılık beklentisi de doğurmayan bir sessizlik, adeta yok oluş. Halbuki 120.000 km yol boyunca yüzlerce değişik düşünce, tek başınalık halleri, karşılaştırmalar, anlamlandırma çabası, yabancılık, çekingenlik... Yazacak bir sürü duygu durumu oluştu ama yazamadım. Her nedenini düşünme tartma eylemim adım adım Gezi Parkına çıkıyor. Madem öyle o zaman şimdi tam da zamanı. Bugün 1 Haziran.

İçimde akan kızgınlığın (ki kızgınlık doğru aktarıldığında müthiş bir yaratıcı güç olabiliyor) oluk oluk akabildiği, hep birlikteliğin, karşı duruşun adı Gezi ise, belki artık kızgınlıkları bir yere aktaramama yorgunluğu da işte bu hissizlik halidir. Arka arkaya perpetuum mobile şeklinde uğradığımız yaşam alanı müdahaleleri ile taciz görmekten yorgun düşmüş ruhlarımız içinde sıkıştığı cenderede boğuldukça boğuldu. Yaşam alanımda adım atacak yer bulamayınca kendimi kaybetmemek için nasıl korumaya çalışacağımı şaşırmış bir haldeyim bayağıdır. Çünkü içinde bulunduğumuz değersizlik duygusu saldırısı karşısında ben varım buradayım diyemedikçe kendi varlığımızı unutma noktasına sürükleniyoruz. Bu da işte son nokta ve bana hiç uymuyor dostlar!

Biz kendini ifade etme zorunluluğuyla yaşamaya çalışan insanlar her şeyden önce kendimizi düşünürüz. Bu itirafı bir sürü kişi "hah işte ben de öyle diyorum, bencil insanlarsınız" diye anlıyor. Bir yaşam biçimini olabilecek en yanlış şekilde anlamak ancak bu olabilir herhalde. Bunun karşılığında itişmek istiyorsan "lan ben şunu bunu yaparken sen nerelerdeydin düdük?" diye de sorabilirsin ama en güzeli, hayat bana bunu öğretti, oluruna bırakmak. Kendimden genç arkadaşlarıma önerimdir, önceliğe kendini alıp da yaratan insandan değil, önceliği kendinde görüp tüketen insandan kork! Bu odunlara da cevap verme sen devam et...

Herşeyden önce kendimizi düşünürüz ile ne demek istediğimi açıklamaya çalışayım; mesela toplumsal olaylar da hepimizi ilgilendiren hassas durumlar oluşuyor, hemen önce başkası ne düşünüyora takılmadan önce "ben nasıl hissediyorum?" diye bir içeri sormaktan bahsediyorum. Önce benim hislerim. Senin hislerinle ben kendimi nasıl ifade edebilirim ki? Benim işim kendi hislerimle. Öyle olunca hissedebilmek (sensuality aslında) halini yaşamın merkezine aldığında, hissetmemek üzerine bir yaşamı da kabul edemiyorsun. En iyisi "Sen de çok abartıyorsun. Çok düşünüyorsun. Bu kadar etkilenme" gibi sizin için anlamlı olabilen fakat o kişinin direkt filtrelerine takılıp içeri geçmeyen laflar edip kendinize de, işi gücü hissettiklerine odaklanıp hayatı kendi görüşüyle ifade etmeye çalışan o kişiye de eziyet etmeyin. Yaratma eylemi için yanıp tutuşan bireyler çok gözlemci olur. Değişken olmak da işin için de var. Gözlemleyecek, alıp hislerini, gördüklerini, duyduklarını anlamlandıracak ki aktarabilsin kendi dilinde. Fazla kafaya takmazsa nasıl olacak ki bu iş afedersiniz?

Hişsizleşme halimden, halinizden rahatsızım ne zamandır. Arka arkaya bu kadar çok ağır toplumsal karşılaşmalar yaşayınca insan ister istemez kendini kızağa çekiyor. 2014-2015 yılları arasında hepimiz değişik oranlarda ızdırap çektik. Gezi kayıpları, Soma felaketi, olan bitenler karşısında kendi kişisel hezeyanlarımız, kadın cinayetleri... Fakat Değer'in (Değer Deniz cinayeti) kaybından sonra ve medyanın, insanların bu olay karşısındaki tavrını gözlemledikten sonra ben kendimde işte "O" eşiğin aslında çoktan aşıldığını farkettim. İktisat hocamız üniversitede doyma noktasını anlatırken "Bir insan açken kaç tane patates yiyebilir? Bir süre sonra doyarsınız ve daha fazla yerseniz kusarsınız" diye anlatmıştı. Sağolsun, hayatta aklımdan çıkmaz bu yüzden. Aynen öyle bir durum oldu, Değer'den sonra ben çizgimi çektim (sanırım). 7 Haziran seçimlerinden sonra bir küçük ışık içimi aydınlatmış olsa da sonrasında gelen baskılar onu da yerle bir etti. İnsan acı çekmek konusunda bir doyum noktasına ulaşabiliyorsa bundan sonra yaşamak ancak yavaş yavaş dışa karşı tüm hassasiyet kanallarını kapatarak  mümkün oluyor. Bir sanatçı hayatı boyunca daha da hassaslaşmak, özellikle algıyı açık tutmak, kuvvetlendirmek için türlü türlü egzersizler yapıyor. Sonra tüm bu olan bitenlere empati yapmadan sanki hiç bir şey olmuyormuşçasına yaşamasını nasıl bekleyebiliriz? Nasıl bekleyebilirsiniz? Sorun yıkıcı olayların gerçekleşmesine sebep olan sistemde değil de bu hassas olan kişide mi yani? Kişi algıda hassaslaşmak için hayatını harcıyor, sonra ona "sen de herşeyden bu kadar çok etkilenme!" deniyor.  Hem mümkün değil hem de büyük haksızlık. Ama ne oluyor kapakları yavaş yavaş kapatıyorsun, ve bir gün bakıyorsun heyecanlar da gitmiş. Çünkü hassasiyet ve empatiyi dışa karşı kapatmak diye bir şey yok. Kendi hassasiyetlerine de elveda demen gerekiyor! Eyvahlar olsun, artık seni hiç bir şey heyecanlandırmıyor. Müzik, spor, yeni tanışmalar, sanat, gezmeler, görmeler... Küçük bir dalgalanma o kadar. Büyük coşkular dolaplarda naftalinlerle saklanmış. Teker teker raflara kaldırılmış. Heyecanlan(a)mıyorum eskisi gibi, heyecanlanırsam bir o kadar da üzüleceğim korkusundan. Hassas olduğun noktaları görmez olduğunda kendine de yabancılaşıyorsun. Kendini duymuyorsun. Arada olan oldu, ben kendimi tanıyamaz oldum. Tanımlayamaz oldum. Mecburum gitmeye. Buralarda böyle yaşayamaz insan.

İzlanda'da bir ev. En yakın komşusu diye bir şey bile yok. 
Gezi parkı olayları... İşte sonra hepimize bir şeyler oldu. Kayıplar kazanımlardan çok daha görünülür şu anda. Ama uzun vadede ben (hala iyimser tarafım kendini koruyor olduğundan olabilir) kişisel yüzleşmelerimizden bu sıkışmışlık içinde farklı türevlerle çıkacağımızı düşünüyorum. Netekim bana olan budur. Hayallerimi daha fazla ertelememe kararı almamda orada yaşamış olduklarımız ve sonrasında halen yaşamakta olduklarımız var. Bir sürü insan biliyorum yakın çevremde işini gücünü bırakıp dünyayı gezmeye başladı. Ne kadar bastırırsan bastır, daha da çok insan farkına varıyor özgürlüklerinin peşinde koşmanın önemine. Ben de önce beni sisteme sıkı bağlayan işimi bıraktım. Hayallerimin peşinden koşuyorum. Çünkü bahane bulmak çok kolay yapamamalara. Çünkü Ali İsmail Korkmaz'ın da hayalleri vardı. Soma'da üstüne duvar ördüklerimizin de. Değer'imizin de. Herkes diyor ki nasıl yaşayacaksın? İşte dünyada çalıyorum müziğimi. Ayrıca ben nereden bileyim? Hep beraber göreceğiz. "O" kişi yapamazsın edemezsin... dedikçe daha da çok yapasım geliyor. Hodri meydan. Devam etsin sıkıştırmaya! Bir senede iki farklı albüm kaydettim. Belki seneye 3 olur böylece, haşmetmaabın sayesinde...