Sevgili arkadaşlar ve bir türlü ol(a)mayanlar,
Son zamanlarda çok bunaldığım bir konuyu yazma ihtiyacı içindeyim. "Japonya bağlantın kim?", "Ay ben çok şaşırdım senin albümün orada ilk onlarda satınca, nasıl oldu da oldu?", "Hayır yani albümü oraya nasıl gönderdin?" gibi sorularınızın cevabı bende değil. Disc Union isimli Japonya'nın en büyük albüm dağıtımcısı 2014'te benden Answers albümümü istedi ben de Pozitif'ten rica ettim yolladılar. Sonrasında takipçilerimden birisi albümün satışta ilk onda olduğunu Tokyo'da albüm alırken görmüş, fotoğraf çekip yolladı. Ben de öyle öğrendim. Sonra araştırdık doğruymuş. Dolayısıyla nasıl oldu sorusunu rica ediyorum çok merak ediyorsanız Disc Union'a sorun. Ben kimseyle bir bağlantı kurmadım, BİLMİYORUM!
Bu "biz çok şaşırdık" kısmına ayrıca gir(iş)mek istiyorum. Sizin şaşırdığınız ama her nasılsa hiç dinlemedğinizden de emin olduğum Trio albümüm Answers 98'den beri birlikte çalıyor olduğum Patrick Zambonin ve Jörg Mikula ile, studyoya kurulması dahil girip yedi buçuk (7,5) saatte 2006'da çaldığımız bir kayıttır. 2 Ocak 2010 tarihinde eski Babylon'un arkasındaki otoparkta sevgili Mehmet Uluğ ile yanlışlıkla karşılaşmasaydım Türkiye'de o albümü kimsenin basacağı filan da yoktu! Kendisi bana "ne oldu o kayıt? ver de biz basalım." dediğinde öyle ayakta muhabbet ediyorduk. Bakınız 2006'da yaptığım kayıtların basılmamış olduğunu bilen harika, vizyon sahibi, zeki ve gerçek bir insandan bahsediyoruz. Maalesef bir çok güzel insan gibi göçüp gitti erkenden. Ayrıca kayıdından 4 sene geçtikten sonra basılmış ve Japonya'ya ulaşması 8 sene sürmüş bir albümden bahsediyoruz ki Answers benim 4. albümümdür.
5. albümüm Lin records'dan çıkan Başka'dır. Onu da Tokyo'ya imza günlü konserler dizisine gittiğimde elimle götürdüm. Alternatif olabilecek işler üreten Lin records'dan haberdar olsunlar diye. Başka 4 numaraya kadar çıktı. Ben kimseye zorla sattırmadım.
2003'te British Council bana kendiliginden Visiting Composer ödülü verip de Londra'da Senfoni Orkestrasi eseri yazdırdığında ve çaldırdığında da arkamda kimse yoktu. Ben o ödüle başvurmamıştım bile. Vellinger String Quartet Londra'da, Viyana'lı Tris ensemble Klarnet, Piyano, Çello - Trio eserimi programa aldığında da, Donne in Musica Piyano eserlerimi festivalde çaldırdığında da ben kimseye sormamıştım. Vakıf araştırma ödülü verip Roma'ya çağırdığında da.. 2013'e kadar olan (güncel olmayan) eser listem var burada. Bakın. Notalarımı da paylaşmaya çalışıyorum zaten. Bir kısmı burada mevcut : Eser Listesi
Daha söylemek istediğim bir çok şey var ama söylemeyeceğim. Tavsiye vereceğim. Her başarının altında bir bit yeniği aramak yerine LÜTFEN doğru bildiklerinizi yapmaya devam ediniz. Su akar yolunu bulur demişler. Boşuna dememişler.
(öf ya!)
Friday, October 23, 2015
Wednesday, August 19, 2015
TK 0052 - Yine
karşılanma. karşılaşma. |
Geçen
Japonya gidiş gelişimde uçak yazısı yazamadım. Yazmaya başladım
ama bitiremedim. Onu da ancak döndükten sonra yapabildim ama işte o
da yarım kaldı. Sanırım insan hiç alışık olmadığı şekil
bir karşılaşmayı / karşılanmayı içine sindirmeden yazamıyor. Her şey o kadar çabuk ve çok fazla oldu ki kelimelere dökemedim.
Şimdi
yine gidiyorum. Yaklaşık bir buçuk ay sonra yeniden. Beklenmedik
kendimi de şaşırtan bir çabuklukla. Bu sefer aşağı yukarı neyle
karşılaşabileceğimi bildiğim için biraz daha rahatım ama başka
başka sebeplerle de heyecanlı. Japonya beni başka türlü
karşılayacak(mış) öyle duydum.
Dün
98'de Amerika'dan Türkiye'ye heyecanla dönme sebebim olan işimden
istifa ettim. Artık Bilgi Müzik'te tam zamanlı bir çalışan
değilim. Çünkü pozisyonum daha gençken değeri bilinen
yetenekleri gözetilen, yenilikler ve yaratıcı fikirler danışılan
birisi olmaktan bir çalışan olmaya kadar düşmüştü. Ders yüküm
ise her geçen sene artarak lise öğretmenlerini aratmayacak bir
hale gelmişti. Bu hem üzücü hem de ülkenin içinde bulunduğu
sömürü düzenini net ortaya koyan bir tablo olması açısından
gerçekçi. Ve bana hiç mi hiç uymadığından çalışma
prensiplerimi zorladı da zorladı. Olan işte bu. Şimdi sadece
vermeyi sevdiğim iki ders için tek gün gideceğim okula.
Değişiklik iyidir elbette, yapmak istediğim şeyleri yapmaya
vaktim olacak diye çok seviniyorum. Zaman fakirliği en büyük
sorunlardan biriydi benim için. Elimde şimdi başlasam kaydetmeye
hemen albüme dönüşecek 4 (elbette birbirinden oldukça farklı)
proje var. Şimdi zaman varken o yapmam gereken projeleri, kaydetmek
istediğim müzikleri kaydetmezsem işte o zaman bir de yüzleşmem
gereken yaratıcılık sorunlarım var. Umarım yoktur ve müzikler
ardarda gelir.
Tokyo sokağından manzara. illa yeşil. |
Bütün
yaz can sıkıcı sağlık sorunları ile uğraştık. Geçen yaz da
böyle sağlık sorunlu başlamıştı ama yine bir şekilde gitmek
istediğim yerlerde dolaşarak yazın keyfini çıkartabilmiştim. Bu
sene ben Japonya'dan döner dönmez babamın sağ ayağı ile ilgili
sorunların ortasına düştük. Ne olduğunu anlamaya çalışırken
gittiğimiz hastaneler, doktorlar... Operasyonlar. O sırada da benim
sağ omzumda ani ve şiddetli bir ağrı. Fizik tedaviler.. Bu sene
sağlık sorunu olmayan tanıdığım herhangi birisi yok. Herkes
hastane veya doktor derdine düştü. Daha da çok böyle
yaşayacakmışız gibime geliyor. Her hastalığın sonunda doktorun
stresten uzak durmaya çalışın demesi de pek hoş oldu. Eskiden
asprin veriyorlardı daha kolaydı. Kendileri de psikologlara giden
insanların başkalarına da stresten uzak durun demesi çok gülünç.
Sanki öyle bir şey mümkün artık!
Tokyo'da
aylar evvel bitirmem gereken İtalyan kadın besteciler vakfı Donne
in Musica için yazmam gereken Türkiye'de Cumhuriyet döneminin
başından günümüze kadın müzik yaratıcıları ile ilgili kitap
bölümünü bitireceğim. Sakin sakin çalışacağım. Kolum
yüzünden yüzmem yasak. Piyano çalmam kısıtlı izinli. Hayatımda ilk defa bir yaz bu kadar
tatilsiz ve yüzmeden geçti. Dönünce Kadınlar Matinesi'nin albüm
kayıtlarına hazırlığa başlamam gerekiyor. Bir yandan onun
planlamasını yapacağım. Ama yavaş yavaş... 6 Eylül'de
Tamirane'de Pazar brunch'ı çalmalarına başlıyoruz yeniden,
böylece sezonu da açacağım. Şimdi Eylül'de İstanbul'a dönene
kadar dinlenmek istiyorum. Tapınaklara okyanusa gitmek görmek
istiyorum. Plan program yapmak istemiyorum. Koşturmak istemiyorum.
Doktorların dediği gibi stresten uzak durmam gerekiyor. Türkiye'nin
hali ortada. Oradayken de buradayken de ilgisiz kalmak zaten mümkün
olmuyor ama en azından şansımı denemek istiyorum. Paylaşmak
istiyorum. Anlatmak dinlemek istiyorum. Burada beni heyecanlandıran
karşılaş(n)maya hikayeye dönüşme şansı vermek istiyorum.
Kendimi içine sakince bırakmak istiyorum. Hikaye beni içine aldığı
sürece içinde öyle durmak istiyorum.
Friday, August 7, 2015
Alın kulağımdan Carmina Burana'yı!
tatil bir sade kahve kadar çabuk geçti! |
Son zamanlarda stres dolu bir dönem geçiriyorum. Geçen hafta 3 gün tatile kaçayım dedim orada da ağır bir omuz ağrısı tuttu. Ara ara oluyordu zaten özellikle konserlerden sonra. Fakat ihmal eden ediyor işte, ben de geçer diye diye 2 seneyi geçirmiştim. O kadar stresten sonra rahatlayayım dediğim ilk gün affetmedi, "hello ben buradayım, hı-hım. ve canını çok sıkacağım" dedi. Peki dedik aldık sağ omuzu doktora götürdük. Ortopedist de tabii ki, daha önce MR'dı Tomografiydi hep hayatımızda varmış da hastalıkları öyle anlıyorlarmış rahatlığıyla "hmm mr çektirmemiz lazım hem boyuna hem sağ omuza" dedi. Bu piyanist kulunuz da MR'dan biraz çekinir, 20 senedir boyun fıtığından muzdarip, gir çık hemen o gün çektirmek istemedi. 2 gün sonra dedim halet-i ruhiyemi toplayayım da ondan sonra gireyim o canlı tabut makinesine. İşte o zamana kadar ilaç milaç askılık idare ederim dedim.
Efendim pazartesi oldu kalktım gittim MR'a sabah 10'da. Müzisyen saatiyle 7 filan. Benden önce bir hastanın dağınık randevularını toplamışlar da hepsini birlikte çekmeye karar vermişler de o da zaten geç kalmış da, meğerse benim anlayışıma sığınıyorlarmış gibi bir durum oluşmuş. "1 saat sonra gelir misiniz?" dediler zaten randevu saatimden 45 dakika geçmiş olduktan sonra. E bu kulunuz MR'dan tırsıyor, kendi kendini ancak ikna etmiş meditasyonla filan. Dedim yiğitliğe bok sürdürme şimdi Selen git kahve iç biraz kitap oku, sonra gel. "Tamam da dedim siz bunu bana neden geldiğimde söylemediniz ki?" işte efenim çeşit çeşit iletişim bahaneleri sıra sıra, hiçbiri bilmediğiniz şeyler değil. "Tabii siz de haklısınız da... " diye başladı mı birisi özür dilemeye ben deliriyorum kardeşim! Ulan o ne demek bi kere? Ben zaten haklıyım da işte belki sen de haklı olabilirsin de o kadar da değilsin diye başlayan özür mü olur allaşkına? Bu nasıl bir özür şeklidir?
hayaller yeni albüm gerçekler fizik tedavi |
Kafeslendim boynum için tam giricem dediler ki "müzik dinlemek ister misiniz?" Ayrıca yeni teknolojide konserleri seyredebiliyormuşssun yattığın yerden. Sonradan gönülden eski teknolojiye kurban olmak isteyeceğimi bilmeyerek, "olur tabii ne dinleyebilirim?" diye sordum. "Klasik müzik ister misiniz?" dediler. Harika olur dedim. Makinanın içine girdim ve klasik müzik diye Carl Orff'un Carmina Burana'sının o her şekilde en meşhur 5 dakikalık O Fortuna bölümü başlamasın mı? Aman allahım!!! Gerçek bir kabus. Benim o makinadan derhal çıkmam lazım! Eline bir pompa veriyorlar iletişim için gerekirse sık diye, sıkıyorum sıkıyorum kimse duymuyor. Ben sakinleyeyim diye kulağıma verdikleri müzik yüzünden kalp krizi geçireceğim. Sorun şu ki o koca eserin o 5 dakikalık kısmı loopta sürekli dönüyor. Sonundaki bravo çığlık bağrışları ve havai fişekleri ile berbat bir konserimsi. Kulağımı kapatamıyorum, çıkartamıyorum kulaklıkları, gözlerimi açınca kafesi görüyorum nefesim kesiliyor. Böyle böyle 6 kere filan üstüste dinletilmişimdir. Hayatımda işkence görmedim de demem artık. Bir kutunun içinde nefesim yüzüme çarparken sonundaki alkışları ile hayatımda en hoşlanmadığım müziğe 30 dakika boyunca maruz kalmak. MR'ın yüksek dijital sesleri arasında. Dehşet!
İletişim problemine geri dönersek; bir kere bir klasik müzik eseri böyle bir durumda nasıl loopta unutulur? Carmina Burana'nın o reklam müziği olarak duymaktan şiştiğimiz korkunç melodisini birisine klasik müzik olarak satmak kimin aklına geldi? Bütün bir koronun bağıra çağıra söylediği b'r muzigin hasta için rahatlatıcı olduğuna karar veren kim? Elime "pompa bu, sık iletişim istediğinde" diye tutuşturduğun şeyi sıkınca cevap vermemek ne demek? Ya kalp krizi geçiriyor olsaydım? En sonunda iletişime geçtiklerinde "2 dakika kaldı Selen Hanım" dediler. Yani resmen duyuyor ama 'aman boşver ya azıcık daha dayansın' diye ciddiye almıyorlarmış! Ulkenin sorunu hep ayni. Daha iyiye de gitmiyor. Muhatabın seni ciddiye almak istemediğinde durum tehlike arzetmiyor. Oh ne güzel!
Ülkede de aynen böyle acil durumda pompayı sıkıyorsun. Fssss....
p.s. Bir arkadaşım bunu twitter'dan paylaşmış yazımı okuduktan sonra. Konuyu daha iyi özetleyemezdi. Teşekkürlerimle...
Tuesday, July 21, 2015
Özür dilerim.
Çok üzgünüm. İnsanlık adına. Uyuyamıyorum. Hep daha iyiye daha güzele gidecek bir dünya hayalim olduğu için toplumdan özür dilerim. Başarısız olduk biz. Romantik kaldık bu dünyada. Ütopyalar gerçek olmuyormuş. Bu coğrafya izin vermiyormuş.
Ben sandım ki biz daha iyi bir dünya hayal edersek, çok çalışırsak mümkün kılabiliriz. Ben zannettim ki hiç durmadan üretirsek, üretmek etrafımızı güzelleştirir. Sandım ki benim kitap okumam, gözlemem, izlemem, dinlemem, düşünmem sadece benim icin değil herkes için iyi olur. Sonra ben büyüdükçe birileri bana 'sen iflah olmaz bir idealistsin' dedi. Çalışma azmim ve isteğim ile dalga geçenler oldu. Öyle olmaz önce kendini kurtar da dediler. Önce kendini düşün dediler. Olur mu canım öyle dedim paylaşmak lazım? Kime ne faydası var paylaşmazsan? Akıllı zannettim kendimi okuyorum okulları, anlıyorum konuları diye kendimi bir bok zanettim. Başkalarını da hor gördüm bana önce kendini düşün dediler diye kızdım içimden. Önce onlardan özür dilerim!
Son on senedir içinde yaşadığımız girdap bana, benim gibilere değersiz olduğunu öğretmeye çalıştı. Direndik mi? Direndik. Karşılığında öğrettik, karşılık beklemeden paylaştık, yetiştirdik, yetiştirirken de paylaştık, sonrasında da. Nelere katlandığımız düşünülürse bana en çok bu dokunuyor? Karşılığında tek beklediğimiz hep birliktelikti. Bak ne oldu? Iyice yalnız kaldık!
Ben şimdi kendime anlatamıyorum o güzelim gencecik insanlar neden öldüler? Katliamlarin hiç birini anlatamadım. İlk özür dilerim yazımı Hrant Dink katledildiğinde yazmıştım. Sivas'ı da... Roboski'yi de... Reyhanlıyı'da... İşte hiç bir tanesini anlatamadım. Boşver yaaa Selen sen işine bak diyemedim. Şimdi de Suruç'u. Anlatamıyorum! Sadece ağlayabiliyorum. Çaresizliğinin içine tüküreyim Turkiye! Böyle siyasetin içine edeyim.
Çocukların her birisinin inandıkları davalar uğruna bir araya gelmiş çalışırken neşe içinde çekilmiş fotoğrafları dolanıyor duruyor sosyal medyada. Abileriyle, ablalarıyla, anneleri babalarıyla güle oynaya iyilikle geldikleri yerde katledildiler. Hayatında toplumsal iyilik adına HİÇBİR ŞEY yapmamış binlerce insan da ya arkalarından 'çok üzüldük' diyor ya da 'onların da orada ne işi varmış?'. (oh olmuş diyenler zaten insan olmadıkları için liste dışı). Sen ne anlarsın ne işi varmış zaten yaşama sebebin ne senin? Kendine sordun mu hiç? Senin yaşama sebebin zaten iyilik üretmek isteyenlere 'ya boşver' demek. Sen busun işte. Boşver!
Bunca senedir bize biçilen rollerde hiç bir değişiklik olmadı dostlar. Demokrasi hayalimiz piç oldu. Birey olma hayalimiz, kendimizi ortaya koyalım, ifade edelim, bireysel ifade filan hep yalan oldu. Elimizde ne var işte hep ölümler, karşılıklıklar, çatışmalar, huzursuzluk, kalp kırıklıkları... En kötüsü umutsuzluk. Ben bugün en çok buna ağlıyorum. Giden o güzel insanlara ağlamaktan bitap düştüm artık. Sizin istediginiz gibi, önce kendimi düşünüyorum. Kendime ağlıyorum. Nasıl bu kadar haksız düştüğüme... Ağlıyorum... Umutsuzluk bana ağır geliyor. Daha iyi bir insan olma umudumu gömdüler bu topraklara. İşte onun arkasından ağlıyorum.
Ben sandım ki biz daha iyi bir dünya hayal edersek, çok çalışırsak mümkün kılabiliriz. Ben zannettim ki hiç durmadan üretirsek, üretmek etrafımızı güzelleştirir. Sandım ki benim kitap okumam, gözlemem, izlemem, dinlemem, düşünmem sadece benim icin değil herkes için iyi olur. Sonra ben büyüdükçe birileri bana 'sen iflah olmaz bir idealistsin' dedi. Çalışma azmim ve isteğim ile dalga geçenler oldu. Öyle olmaz önce kendini kurtar da dediler. Önce kendini düşün dediler. Olur mu canım öyle dedim paylaşmak lazım? Kime ne faydası var paylaşmazsan? Akıllı zannettim kendimi okuyorum okulları, anlıyorum konuları diye kendimi bir bok zanettim. Başkalarını da hor gördüm bana önce kendini düşün dediler diye kızdım içimden. Önce onlardan özür dilerim!
Son on senedir içinde yaşadığımız girdap bana, benim gibilere değersiz olduğunu öğretmeye çalıştı. Direndik mi? Direndik. Karşılığında öğrettik, karşılık beklemeden paylaştık, yetiştirdik, yetiştirirken de paylaştık, sonrasında da. Nelere katlandığımız düşünülürse bana en çok bu dokunuyor? Karşılığında tek beklediğimiz hep birliktelikti. Bak ne oldu? Iyice yalnız kaldık!
Ben şimdi kendime anlatamıyorum o güzelim gencecik insanlar neden öldüler? Katliamlarin hiç birini anlatamadım. İlk özür dilerim yazımı Hrant Dink katledildiğinde yazmıştım. Sivas'ı da... Roboski'yi de... Reyhanlıyı'da... İşte hiç bir tanesini anlatamadım. Boşver yaaa Selen sen işine bak diyemedim. Şimdi de Suruç'u. Anlatamıyorum! Sadece ağlayabiliyorum. Çaresizliğinin içine tüküreyim Turkiye! Böyle siyasetin içine edeyim.
Çocukların her birisinin inandıkları davalar uğruna bir araya gelmiş çalışırken neşe içinde çekilmiş fotoğrafları dolanıyor duruyor sosyal medyada. Abileriyle, ablalarıyla, anneleri babalarıyla güle oynaya iyilikle geldikleri yerde katledildiler. Hayatında toplumsal iyilik adına HİÇBİR ŞEY yapmamış binlerce insan da ya arkalarından 'çok üzüldük' diyor ya da 'onların da orada ne işi varmış?'. (oh olmuş diyenler zaten insan olmadıkları için liste dışı). Sen ne anlarsın ne işi varmış zaten yaşama sebebin ne senin? Kendine sordun mu hiç? Senin yaşama sebebin zaten iyilik üretmek isteyenlere 'ya boşver' demek. Sen busun işte. Boşver!
Bunca senedir bize biçilen rollerde hiç bir değişiklik olmadı dostlar. Demokrasi hayalimiz piç oldu. Birey olma hayalimiz, kendimizi ortaya koyalım, ifade edelim, bireysel ifade filan hep yalan oldu. Elimizde ne var işte hep ölümler, karşılıklıklar, çatışmalar, huzursuzluk, kalp kırıklıkları... En kötüsü umutsuzluk. Ben bugün en çok buna ağlıyorum. Giden o güzel insanlara ağlamaktan bitap düştüm artık. Sizin istediginiz gibi, önce kendimi düşünüyorum. Kendime ağlıyorum. Nasıl bu kadar haksız düştüğüme... Ağlıyorum... Umutsuzluk bana ağır geliyor. Daha iyi bir insan olma umudumu gömdüler bu topraklara. İşte onun arkasından ağlıyorum.
21/07/15, 01.35 istanbul
Tuesday, June 2, 2015
Yanılgı
Zaman bir nefes alacak boşluk bırakmadan dökülüyor
Tek tek.
Yıkanıp küçüldüm
Henüz küçülüyorum.
Kırık kırık bakışlar var içinde senin
Yerini bulmamış
Sahibini duymamış sesler
Hiç karşılaşmamış
Asla bakışmamış bakışlar var.
Nereye ait olduğu belli olmayan
Düzlük buzulları,
Ağaç kavukları,
Kuş ötüşleri, dal çıtırtıları.
Kime ait olduğu belli olmayan saatler
Akıp giden damla parçaları
Akıp gidip uzakta, yoklukta birleşen
Sessizlik damlaları.
Belli belirsiz
Bir dere kadar.
Varlığında ateşler var sanırdım
Sanrılar yanı-lı-yormuş.
(yokmuş) . şubat 15. bebek sahili istanbul |
Mart - Mayıs 2015, İstanbul
Friday, April 17, 2015
TK 1764 Helsinki - İstanbul: Yerçekimi
Hayallerim var. Uzaya gidip dunyaya bakmak istiyorum (earth
gazing). Gerceklestirebilirsem eger butun duygu dunyamin degisecegini
dusunuyorum. Kendimle ilgili, sevdiklerimle ilgili, varlik/yokluk ile
ilgili, hatta belki inanc ve insanlikla ilgili. Sabit durumdan
kurtulma istegimin sebeplerini sorgulayip hep ayni cevaba ulastigim
zamanlarda (cocukluktan kalma aile aliskanligi beklenmedik
seyahatler, bilinmedik dunyalar) eksik kalan seyin ne oldugunu
dusunuyorum. Bir sey eksik orada. Sadece ailen gezgindi diye sabit
duramiyor olamazsin. Bunun tam tersi, surekli gezmekten bezdigi icin
sabit civi gibi cakilmis hayatlar yasayan onlarca arkadasim var.
Hayir. Degisiklik, yeniden yapilanma, yeni ve degiskenlik ile
ilgiliyim. Butun bunlarin direkt olarak “inanc” ve “inanc
degerleri” ile ilgili oldugunu dusunuyorum hala. Iktidar ve baskici
yapilara surekli meydan okuma hissimin yercekimi (gravity) ve tek
tanrili dinler ile ilgili bir sorun oldugunu derinden hissediyorum. Sanki bana bunun icin yercekimsiz bir ortamda surekli sessizlik icinde bir yerde
olmak (ama insan yapimi bir aletin icinde) bir fikir verebilir
ancak. Ayagin saglam yere basmiyor ise aklin nereye gidiyor?
Iste butun mesele bu.
Bugun Oguz ile Helsinki'de Modern eserler muzesi, Kiasma'yı gezdik. Muhtesem bir ozel serginin ardindan binanin ust katlarina kurulmus olan yeni islere baktik. Orada Elements sergisi içinde maalesef ismini hatırlayamadığım bir sanatçının sabitligi sorgulayan bir isine denk geldik. Tam da benim kafamın en karışık olduğu konuda. Tesadufe bakin! Iceri dört kisi girebildigin bir oda tasarlamis. Yer sen yurudukce hareket ediyor. Ortaya da bir kaya koymus kocaman. O da sabit degil. Dolayisiyla senin tek sabitin yercekimi oluyor cunku yuruyebilmemizi saglayan kuvvet o. Yani neresinden baksan yine en azindan uclu bir denklemde bir adet sabitin var. O da senin (belki de ic) dengeni sorgulayabilmene sebep olan yercekimi. Baska bir iste de yine, karsilikli ayni sabitte oturabildigin bir denklem kurulmustu. Bir ayna/cam'ın iki tarafına karsilikli iki sandalye yerlestirilmis. Yukarida sabit olmayan bir isik sallaniyor ileri geri iki sandalyenin uzerinde. Belli bir ritim ile. Sen karsinda baktigin ayna/cam'da partnerinle oturdugun yerden bir kendin bir o oluyorsun isik sallandikca ustunde. Muthis bir deneyimdi. Gercek bir denge deneyimi. Soru benim icin suydu; sabitin nedir? Kendin misin? O mu?
Yine donup dolasip konuyu muzige
getirdik mi abilerim ablalarim? Getirdik. Benim eksenim de iste bu.
Arayisim da. Bu
sabitsizlik. Bu fenomen. Bu sessel belirsizlik butunu (?). Küçüklüğünde Behrengi, çocukluğundan ilk çıkış romanları olarak Gorki okumuş, üniversite de işletme sonra da Caz eğitimi almak için Amerika'ya gidip okumuş birisine sabitin nedir diye sormak da biraz saflık olurdu zaten. Belli ki kızın kafası karışık!
Bugun Oguz ile Helsinki'de Modern eserler muzesi, Kiasma'yı gezdik. Muhtesem bir ozel serginin ardindan binanin ust katlarina kurulmus olan yeni islere baktik. Orada Elements sergisi içinde maalesef ismini hatırlayamadığım bir sanatçının sabitligi sorgulayan bir isine denk geldik. Tam da benim kafamın en karışık olduğu konuda. Tesadufe bakin! Iceri dört kisi girebildigin bir oda tasarlamis. Yer sen yurudukce hareket ediyor. Ortaya da bir kaya koymus kocaman. O da sabit degil. Dolayisiyla senin tek sabitin yercekimi oluyor cunku yuruyebilmemizi saglayan kuvvet o. Yani neresinden baksan yine en azindan uclu bir denklemde bir adet sabitin var. O da senin (belki de ic) dengeni sorgulayabilmene sebep olan yercekimi. Baska bir iste de yine, karsilikli ayni sabitte oturabildigin bir denklem kurulmustu. Bir ayna/cam'ın iki tarafına karsilikli iki sandalye yerlestirilmis. Yukarida sabit olmayan bir isik sallaniyor ileri geri iki sandalyenin uzerinde. Belli bir ritim ile. Sen karsinda baktigin ayna/cam'da partnerinle oturdugun yerden bir kendin bir o oluyorsun isik sallandikca ustunde. Muthis bir deneyimdi. Gercek bir denge deneyimi. Soru benim icin suydu; sabitin nedir? Kendin misin? O mu?
Sabit (yercekimi) ihtiyacimiz ile birbirimizin kafasini
karistirdigimiz zamanlardayiz ya, Gravity, Interstellar gibi
filmler cekmeye basladik. Varolus sebeplerimize itirazimiz var.
Insanoglu evrene evi (dunya) olmadan da yasayabilecegini kanitlamaya
calisiyor. Belki Dunya varligi ergenligini yeni tamamladi da ancak
simdi evden ayrilmak, evreni tek basina algilamak, sorgulamak ve
yasamak, yeni dunyalar kurmak istiyor. Ama bir yandan da cok
korkuyor. Orada basina ne gelecek bilmiyor. Maymunlar Cehennemi
filminde olduğu gibi
kesiflerde bulundugunu
zannettiginde aslinda evine
geri donmus olmaktan odu kopuyor. Belki bu yuzden artik
sabitli iliskilerden
vazgecmeden, sevmek/sevilmek iliskisi garanti oldugunda ancak yeni
iliskilere, maceralara
yelken acmak istiyor. Ama onu da yuzune gozune bulastiriyor. Gitmek
istiyor, fakat kalmak
iyi geliyor (interstellar).
Gitmek istiyor ama cani istediginde geri donebilmek istiyor.
Gidemiyor da... Kalamiyor da... Sabit(i)
olmadan nereye nasil gidebilecegini bilmiyor. Orada yuruyebilecek mi?
Ya ayagi yerden kesilirse? Yine ayni soru; sabit
sen misin, baskasi mi? Icerisi mi? Disarisi mi?
20. yy'in basindan beri muzikte
tek merkezli muzikten kacinmaya calisiyoruz. Bu
hizli uzaklasmaya insan kulagi uyum gosteremedi. Tek merkezden
kacinmak
muzik gibi nesnel bir sanat alaninda cok kolay. Sabitin tuval degil.
Duvarda asili, bir odada sergilenir degil. Ucusan, sese donusup hop
diye senin kulaginin duymadigi noktada havaya karisip giden sessizlik
(?) tarafindan yutulup yokolan (?) bir fenomen muzik. Klasik veya
romantik donemdeki gibi ya da bir pop veya standart bir caz
parcasinda oldugu gibi merkezinde donup durmuyorsa, bir basi sonu
oldugunu nasil anlayacaksin? Butunlugunu kurgulayamadigin, cekim
eksenini algilayamadigin bir fenomeni sanat olarak algilamanin yolu
nedir? Bu konuda hala itisiyoruz.
Yeni muzik ile insanlarin ilgisinin cabuk kopmasinin ve neredeyse 100
senedir de barisamamis olmasinin en onemli sebeplerinden birisi iste
bu eksen yoksunlugu (?). En azindan arayisin yercekiminden uzaklasma
ihtiyaci olusu. Yeni bu muzigin bir dini olsun deseniz olamaz. Bildigin
en ateist
muziktir istesen zorlasan ancak kendin bir teori olusturarak eksen
bulabilirsin. Bestecisi bu ekseni umursamaz. Ama anlatimci dilini
umursar. Bana peki isin
sanat degerini nasil olcecegiz diye defalarca sorulmussa her
seferinde yeni bir durusla anlatimci dilini cozmeye calismalisiniz
diyorum. Bu da cok emek sarfetmek gereken bir caba olabilir. Olsun
varsin.
Yaşama standartlarını sanat ekseninde düşünmeyen, hissetmeyen birisi sabitlikten kurtulup her seferinde ama her seferinde bir eser ile karşılaştığında yeniden yapılanmayı kabul eder mi?
Not. Dikkat yazi caktirmadan
ateizm,
kaos ve anarsi icerir. Altyazi okumayi bilen sevgili dostlarim. Bir
de bir suru bilmece soru isareti. Keske
oyle bir grup insan olsaydık ki bu yazının altında bu konuları hakkıyla tartışabilseydik. Ama bakınız o insanlar da hep bir başkası olmayı tercih
ediyorlar. Çünkü sorgulayan olmak sabitini de sorgulamayı gerektiriyor. Kabul edelim ki bu bir çoğumuz için zor. Hatta belki de gereksiz (?). Bu kimin ayıbı ben hala çözemedim. Fakat çok da derdim
değil.
5.04.15
Helsinki İstanbul arası havada bir yerlerde...
Saturday, March 28, 2015
Trenler trenler: Stockholm
Kucuk yerleskeler, agaclar, agaclar, uzerinde kucuk kayiklar icinde bir kac insanin balik tuttugu kucuk goller geciyoruz. Alan Hampton'in son sarki albumu dinliyorum biraz folk. Sanki bu yolculuk icin en iyi muzik bu. Bazi yerlerde atlar bile gordum. Bulutlar geciyor. Bulutlari geciyoruz. Bazen mavi gokyuzu bile goruyoruz. Tombul teyze ile ikimizde kisa boylu oldugumuz ve koltuklar hep uzun boyle insanlar icin ayarlanmis oldugu icin ayaklarimiz havada kaliyor ve bazen birbirine carpiyor. Ikimiz de birbirimize meydan okurcasina pis pis bakmiyouz. Yine de 5 saat boyle yolculuk etmek enteresan olacak.
Ruyadaymissin gibi tut..
Saganak altindaymissin gibi yuru...
Pencerden disari bakarken karsi tarafin penceresindeki yansimayla birlikte gordugum manzaranin bir yorumunu, ayni zamanda kendi penceremdeki yansimayi karsi penceredeki yansimadan da gordugum icin karsi tarafin manzarasini da goruyorum. Hayat tam olarak iste bu. Senin gorduklerinle gormek istediklerinin karsilikli yansima/yanilsamasi. Gordugum seyin derinligini anlatmakta gucluk cekecegim icin anlatmaya calismaktan vazgeciyorum.
Bulutlar birlesip tombullasti. Insanlar sessizlesti. Hava serinledi. 3 senedir gormedigim Isvec'li muzisyen arkadaslarimla dun konserden sonra birlikte vakit gecirdik. Yeni yaptiklari muzikleri, albumleri dinledim. Onlari dusunuyorum. Ders verdigim genc insanlari, isteklerini, muzisyenliklerini, dusunuyorum. Bir suru guzel hisler hatirliyorum. Bir kac umutsuzluk. Az hayal kirikligi hala oradan oraya surukledigim. Buralarda bir yerlerde birakirim belki diye umuyorum. Irina'nin, Peter'in, Elin'in, Mans'in hayatlarini dusunuyorum. Daha uzaga birakmam lazim gelir. Onlardan uzaga, az hayal kirikligini. Belki gemiden denize atarim Helsinki yolunda. Evet en guzeli oyle olur. Ne Finlandiya'da ne de Isvec'te. Arada bir yerde.
Aaaah... Aklimda silik dusler geriye geriye donusler var.
Devrimimin ortasindan ta en basa kacislar var.
(Can Gungor sarkilarini dinleyin)
Tuesday, March 24, 2015
TK1783 Kopenhag: Gidenlerle kalmak. Kalanlarla gitmek.
center Malmö. bu arkadaşlar yeni. sokak çalgıcısı |
Şu anki durumum bir gerilim senaryosu için ideal. Sağım solum arap ve afrikalı çocuklarla dolu. Önümde arkamda çarprazlarımda her koltukta bir ebeveyn ve sağında solunda ikişer çocuk oturuyorlar. Şimdilik korktuğum kadar kötü değil ama bağırıp çağırmalar yavaştan başladı. İçeride bayat bir koku var. Hem sese hem de kokuya aşırı duyarlı bir insan olarak bu veletlerle yolculuğun sonunda ne hale geleceğimi kestiremiyorum. Kopenhag'a şimdi yolculuk. Oradan en güzel tren yolculuğunu yapıp Malmö'ye geçeceğim okyanusun üzerindeki değirmen tarlasını görerek...
Uçağa bindiğim anda içimden konuşmaya başlıyorum. Nadiren birisiyle uçuyor olsam ve yanımda olsa da bir çeşit alışkanlık sanırım, yazmazsam olmuyor. En son yurt dışına konsere gitmemden bu yana 8 ay geçmiş. Benim için çok uzun zaman. O seyahattaki sağlık problemlerim canımı sıkmıştı biraz fiziksel yorgunluk da vardı, yerimde durmayı tercih ettim bir süre. Durmasaydım daha iyiydi sanki, ama durdum işte. İnsanın öğrenmesi gerekenler olduğunda durması gerekiyor zaten. Hareket halindeyken sadece bilgi topluyorsun. Ne olup bittiğini anlamak için zamanla durağan bir ilişki kurmak gerekiyor. Daha da henüz anlayamadım. Hala deniyorum.
Havaalanına geldiğimde İstanbul'da en çok anımın nerede olduğunu düşündüm.
Kesinlikle Atatürk havalimanı. Karşılamalar, karşılaşmalar, birleşmeler, ayrılıklar, sevinçler,
üzüntüler,açlık, parasızlık, kayıplar dahil her türlü eylem
ve duygu var. Bu aralar ayrılık yüzünden olsa gerek geçmişi çok
düşünüyorum. Başka ayrılıklar, buluşmalar hatırlıyorum.
Hayatımdaki ilk depresyonumu yaşadığımda 29 yaşındaydım.
Birisini ne kadar sevdiğimi anlayamadığım ancak ayrılıktan
sonra farkedebildiğim için dağılmıştım. Sevdiğine, kendini
farkedemediğin için yapılan haksızlık bana yaşadığım
herşeyden ağır gelmişti. Senelerce atlatamadım. Taa ki bir gün,
sekiz yıl sonra ona karşı hislerimi gerçek bir mektupla anlatıp
yollayana kadar. İlişkimizi hiç koparmadık. Benim depresyonla
mücadelemde yardımcı oldu. Başka memleketlerin insanı olarak
ayrı ülkelerde yaşıyorduk ama daha ayrıldığımızın ilk
haftasında üstünde 'yanındayım' yazan çiçek yollamıştı.
Öyle sürprizler yapmayı severdi, turneye gittiği yerlerden bir
şeyler yollardı zaten. Duygu çatışması içinde kaldığım
belliydi, iyileşmem için destek olmak istiyordu. Onu terketmiş
olmama rağmen seviyor olduğuma güven duyduğunu düşünüyorum.
Bir gün bana yeniden eski sevgilisine aşık olduğunu anlattı.
Seneler sonra konser için İstanbuldayken onunla evlenecek olacağını anlattı.
Kanser olduğunda ilk bana telefon açıp anlattı. Son kemo
terapisinde yanına gittim. Atlattı kanseri. Çocuğunun adını Pia
koydu. Seneler sonra ancak elle yazabildiğim mektubuma elle cevap
yazıp, hem ilişki içinde olduğu insana sahip çıkan hem de benim
hislerimi incitmeyen harika bir cevap yazmıştı. Ama zamanında ne
kadar da incitilmiş olduğunu tek bir cümle ile öyle güzel
anlatmıştı ki... Hayatımda aldığım en dürüst ve gerçek
hisler barındıran mektuptur. Hala birlikte çalıyoruz. Albümler
yapıyoruz. Onu gidip heyecanla aldığım havaalanından dönüşünde
yolcu etmeme izin vermemişti. Sonra defalarca konserler için
geldiğinde alıp geri bıraktım. Ama o bir sefer dönüşü olmayan
yoldu. Varlığına müthiş değer verdiğim birisidir. O değer de
öyle kolay kazanılmıyor işte. Neler neler atlatıyorsun...
Herkes
hep çok sevilmek istiyor, artık. Olduğu gibi kabullenilmek ve
sevilmek istiyor. Ama kimsenin olabilmek için hiçbir şey yapası
da yok. Tükenmişlik kendi ihtiyaçlarını, yapmak istediklerini
sorgulayamadığın, kapasiteni bilmediğin zaman kaçınılmaz son.
Kendi tükenmişliğinde insanlar çaresizlik içinde yakınındakini
de peşinden sürüklüyor. Türkiye'de arada kalmışlığımız,
bir kültüre, yere ait olamamışlığımız amorf başka bir kültür
(buna kültür denilemez ama) yaratmış gibi gözüküyor. 90larda
coşkuyla karşıladığımız Globalizm de bu konuda dünyanın
başına dert oldu. Dürüst olmayan davranışlardan herkes muzdarip
fakat kimse dürüst ilişkiler yaşamak istemiyor. Çünkü o kadar
zor ki! Açlık en kuvvetli dürtü, tek motivasyon oldu artık.
İnsanlarda bitmek bilmeyen bir açlık yaratan sistemin ortasında
yaşıyoruz. Etkilere açıksan kendini koruman iyiden iyiye
zorlaşmaya başladı. Sürekli uyaranlar var etrafımızda. Ama
açlığı bastırmak, hemen gidermek için yapılan her çabuk eylem
arkasından daha fazla açlık ve susuzluk getiriyor. Tıpkı
atıştırmak gibi, fast food yemek gibi.. Daha fazla şiddetin,
şiddet ihtiyacının olması en yakınımızdaki insanlarda bile
işte bu yüzden. Cinsel açlıkla saldırmak ile obezite aynı
koridorun sonu. Açlıkla duygular karışıyor, kontrolsüzlük
başlıyor. Durmadan boşuna zombi filmi çekilmiyor. İnsanlık
zombileşmek istiyor. Açlıklarını gidermek için sokaklarda başı
boş dolaşmak ve gerçeklikle, GERÇEK olanla beslenmek, onu vahşice
parçalayıp yoketmek, yiyip bitirmek istiyor. İnsanoğluna o çok
meraklısı olduğu salgın hastalık çoktan geldi bile. Dünyada kalan
bir kaç gerçek kişinin verdiği mücadele mi yaşamak sanatı?
Filmlerdeki, dizilerdeki gibi mi? Her yerde şikayet ettiği şeye
dönüşen insanoğlu. İkiyüzlü, yalancı ve sahtekar. Dünyayı
yiyor, iklimleri yiyor, hayvanları yiyor, zayıfları yiyor,
fakirleri sokaklarda bırakıyor, köylüyü topraksız bırakıyor,
madenlere hapsediyor, çöpünü ayrıştıranla, aydınla entel diye
dalga geçiyor, klasik müziği eski, sanatçıyı ciddi diye hor
görüyor, küçük araba kullananı trafikte aşağılıyor,
bisiklete bineni taciz ediyor, çalıp çırpıp haczediyor. Gerçeğe
tecavüz ediyor yetmezse öldürüyor. Hatta kafasını kesip
yakıyor. Hızla açlığını bastırmak... Bir anlık haz için.
Hazzın kalıcılığı ancak sanattan kültürel aktiviteden keyif
almakla oluyordu, öyle değil mi? Yaratıcı aktivitede bulunmak.
Atıl enerji için mesela spor yapmak. Kimsenin vakti yok. Vakti de
yiyorlar. Heyhat bir insanın VARlığını hala ona ancak gerçekten
dokunarak anlayabiliyoruz. Dokunacak GERÇEK bir şey varsa tabii.
Birisine sen çok özel birisin dediğimizde onu yiyip bitirmek
üzerine değil, gerçekten dokunmak ile ilişki kurduğumuz zamanlar
vardı. Ama bir zombi sanattan, aşktan ne anlasın?
Tatlı yiyelim tatlı konuşalım. Bu İsveç Mart ayının gülü Semla. |
Konu
aslında ne sizinle ne de benimle ilgili. Konu inanmazsınız Tayyip
de değil. HDP de değil. Fakat olan oldu bence. Biz artık resmen
birbirimizle yaşayamıyoruz. Yaşamak isteyen ufak çocuklar kaldı
içimizde. Bütün hatalarıyla tüm günahlarıyla anneleri
tarafından sevilmek isteyen küçük kırgın çocuklar. Ergenliğini
yaşayamamış bir sürü yetişkin ergen. Kızgın ergen. YERGEN.
Ama yetişkin hayatı öyle değil maalesef. İyi ki de değil! Geçen gün bir şeye şahit oldum; araba kullanıyordum, kaldırımda
bir adam ilişti gözüme elinde bir zarf tutuyordu, açtı ve
okumasıyla havaya sıçraması bir oldu. Müthiş bir sevinç vardı
yüzünde. Kahkahalar atıyor bir taraftan da etrafında bakıyordu.
Önce arabayı kenara çekip hemen gidip sarılmak istedim adama. İçim
mutlulukla doldu. Çünkü insan işte böyle bir şey. Sosyal
hayvan. Sevincimizi de üzüntümüzü de paylaşınca anlam
kazanıyoruz. Sonra içimi yoğun bir hüzün kapladı. Çünkü
insan işte böyle bir şey. Sevincimizi de üzüntümüzü de
paylaşınca anlam kazanıyoruz. Ya.
havada bir yerde, saat 11.15 am ya da 12.15 pm
Notlar hep uçaktan sonra yazılırlar...
Not1: Kalbim kırık.
Not1: Kalbim kırık.
Not2:
Kıbrısta kaybettiğime emin olduğum küçük yeşil cüzdanım ve
içinde konserden kazandığım para, kartlarım vs her gün ama her
gün kullandığım siyah çantamın ön gözünden çıktı! Malmö'de. Nasıl
olabilir? Bilmiyorum işte tanımsız olan şeylerden biri. Böyle olması gerekiyormuş. Böyle oldu!
Not3:
Her geçen gün artık bağırarak kavga etmeyi öğrenmem
gerektiğine ikna oluyorum.
yok canım sağol. ben orijinallerini görmeye geldim. |
Not4: Yetişkin olmayı öğrenmek üzerine müthiş eğlenceli bir yazı; The subtle art of not giving a FUCK
Not5: Aşırı kırmızı rujlu takma kirpikli tayt giymiş kadınların %80'i ortadoğulu burada. Dikkatinizi çekerim! İsveçliler olduğu gibi. Tayt ve kırmızı ruj olmayan bir ülkede hala güzel (seksi) bir kadın gibi hissedebilmek... Teşekkürler medeniyet.
Not5: Aşırı kırmızı rujlu takma kirpikli tayt giymiş kadınların %80'i ortadoğulu burada. Dikkatinizi çekerim! İsveçliler olduğu gibi. Tayt ve kırmızı ruj olmayan bir ülkede hala güzel (seksi) bir kadın gibi hissedebilmek... Teşekkürler medeniyet.
Saturday, March 21, 2015
Düş
Olmak istediğiniz insanla nefret ettiğiniz insanınız arasında dengede durabilmek için ipe dizdiğiniz diğerleri üzerinde cambazlık yaparken
düşüyorsunuz,
hep düşüyorsunuz,
durmadan düşüyorsunuz,
düşüyorsunuz...
Düşüyorsunuz...
Gerçekliğin gerçekliğinden hiç birimiz kaçamadı.
Kimse.
Kaçamadı.
Sen de kaçamayacaksın.
Kaçtığın olacaksın
kaçtıkça o olacaksın.
Düşeceksin,
düşeceksin.
Hep düşerler.
düşüyorsunuz,
hep düşüyorsunuz,
durmadan düşüyorsunuz,
düşüyorsunuz...
Düşüyorsunuz...
Gerçekliğin gerçekliğinden hiç birimiz kaçamadı.
Kimse.
Kaçamadı.
Sen de kaçamayacaksın.
Kaçtığın olacaksın
kaçtıkça o olacaksın.
Düşeceksin,
düşeceksin.
Hep düşerler.
Friday, March 20, 2015
az
İste Bahar geldi!
Coşkun Akmeriç ile birlikte yaptığımız ilk single Masal Lin records etiketi ile bugün itibariyle tüm dijital platformlarda yayınlandı. Projenin ismini müziği de bu müziğe olan tavrımızda doğru ifade ettiğini düşündüğümüz az ismini verdik. Bundan böyle kendi adlarımızı kullanmak yerine az adıyla yayınlayacağız müziklerimizi. Şarkılarımıza iginizi, desteğinizi, müzikle ilgili fikirlerinizi ve paylaşımlarınızı bekleriz. Yakında bir tane daha geliyor...
az
satın almak için tıkla;
dinlemek ve paylaşmak için tıkla;
***
az, bir proje olarak elektronik işleriyle tanınan Coşkun Akmeriç’in önceden yazmış olduğu müziklere piyanist, besteci ve şarkıcı Selen Gülün’ün söz ve müzik yazmasıyla başladı. Daha sonra 2014’te bu şarkıları birlikte Nublu İstanbul’da Şirin Soysal, Ece Göksu ve Ülkü Aybala Sunat gibi Türkiye müzik sahnesinin önemli kadın vokalistlerini düzenli olarak misafir ettikleri konserlerde seslendirmeye başladılar. Birlikte kaydettikleri, elektronik ambient ve chillout stilindeki ilk single çalışması Masal Lin records etiketiyle dijital platformlarda paylaşılmaya başlandı.
az is a new musical project of electronic musician Coşkun Akmeriç and pianist, composer, and singer Selen Gülün. Akmeriç asked Gülün to write lyrics and melodies to his compositions and that is how they started working on this electronic ambient project. Az in english means less which emphasise Akmeriç and Gülün's attitude to their music. In 2014, they started performing their songs at Nublu Istanbul with hosting great vocalists like Ülkü Aybala Sunat, Ece Göksu, and Şirin Soysal on their stage. They recorded Masal as their first ambient/chillout song as a single. Masal is being released by Lin records and available only at digital platforms.
Krediler / Credits :
Müzisyenler / Musicians
Selen Gülün - vokaller ve klavyeler / vocals & keyboards
Coşkun Akmeriç - gitarlar, synthler ve davul makinası / guitars, synths & drum machines
Ercüment Subaşı - gitarlar ve bas / guitars & bass
-
Kayıt / Recording: Coşkun Akmeriç, Demirhan Baylan & Günsel Işık Gruson
Kayıt asistanları / Recording assistants: Tolga Böyük & Erkan Çelik
Mix / Mixing: Coşkun Akmeriç
Mastering: Enrico Mercaldi (Time Tools Mastering)
Fotoğraf & sanat yönetmeni / Cover photos & Art director: Irmak Wöber
Lin records, 2015, İstanbul
Saturday, March 7, 2015
Bunlar da oldu.
Anlatacaklarım anlatabileceklerimin onda biri olacaktır. Bu onda birini zaten
yaşanmış varsayalım. Yaşanmışlıktan da korkmayalım. Olan biteni akışına yazıyorum. Nasılsa birazdan uyuyacağım.
Her şeyin ilki güzel
olacak diye bir şey yok. Turgut Tükel "sen daha dalak yaranı almadın" dediğinde içimden "daha ne olsun?" demiştim. Küçüktüm olan bitenler olduğunda. Hatırlamıyorum da. Ama şimdi, anlıyorum. Dalak yarası işte bunlar. Her şeyi en baştan yeniden kurgulaman gereken, tüm değerlerinin alt üst
olduğu, bilmediklerini bildiğin duymak istemediklerini anlattığın
günler geldiğinde ters çevirmek istiyorsun zamanı. Bütün bunlar
dursun istiyorsun, her şey sessizliğe gömülsün. Şimdi ses çıkardıkları yerden hiç çıkamaz olsunlar. Ama tüm bunlar hiç de hazır olmadığın ve zayıflıktan
verem gibi hissettiğin bir zamanda geliyor. İşte bu, o dalak yarası.
Hazır olmadığında gelen ses.
yaşayacak ne çok anlatacak ne az şey var. |
Gidenin arkasından şiir dahi yazmak istememenin ne kadar acı olduğunu bilir misiniz? İçinden iki söz bile sarfedememek yaşanmışlığa. Başkası adına utanmak ne demek, onu bilir misiniz? Eminim bilirsiniz. Yitip gidenin öldüğünü düşünmek rahatlatsın sizi istemek. Olamadan öldüğünü. Yok olup gittigini ardında taş bile bırakmadan. Koyup orada bırakmak taşı... Direnmek boşuna. Çıkmayacak o güzel söz ağızdan.
İnsanın değerini
insanlar biçmiyor. Ellerinin avuçlarının arasına aldıklarında yüzünü, sen çok değerlisin değil aslında demek istedikleri. Sen aslında
biliyorsun diye gözünün içine bakmak istiyorlar. Delirme. "Delirme.
Burada bizimle kal. Gitme uzaklarına düşüncelerin. Oradan alamayız
seni buralara geri. Sessizliğin içi derin. Oralarda yaralar var. Biz
bilmeyiz şefkati bu. Bilemeyiz yolunu."
Yalnızlık sizin
bildiğiniz gibi değil. Öyle bir şey değil yalnızlık. İnsana yavaş yavaş gelir o. İçeriden sinsice gelir kalabalıklarda. Elini de tutamazsınız. Çünkü yüzleşmez sizinle. Gözünün içine de bakamazsınız. Yüzünü ellerinizin
içine alamazsınız çünkü. "Sen değerlisin" diyemezsiniz. Cünkü yoktur
yüzü, ağzı. Öyle sakince gelir, belirmeden, gözükmeden kimseye. Yalnızlık işte. Oyuncu. Sezemezsiniz geldiğini de gittiğini de.
Kötü de değil iyi de
gelen. Giden de öyle. Aslında gölgem ve ben oturuyorduk burada hep.
Gözlerimin artık göremediği mesafede, harflerin birleştiği yerde. Uykum yok ama
uykumun olduğunu söyleyen de yok. O halde lafın sonu geldi.
6/03/15
saat 23 suları
Tuesday, February 17, 2015
Değersizlik
Ben bu yazıyı kendi canımı çok sıkan bir olaydan sonra bir gece yarısı yazmış ama sonra yayınlamaktan vazgeçmiştim. Sonra Özgecan olayı oldu...
Kadınların başına türlü türlü can sıkıcı olay geliyor ama seslerini çıkarmıyorlar. Bu durumu ilk defa erken gençliğimde kız arkadaşlarımla konuştuğumda fark etmiştim. Korkunç hikayeler duydum, ben de bizzat yaşadım. Çoğunu hiç bir zaman en yakınlarımıza bile dillendirmedik Neden biliyor musunuz? Çünkü dillendirilince toplumun cezalandırdığı yine bizler oluyoruz da ondan. Bunları çoğumuz biliyoruz ama görmezlikten geliyoruz. Özellikle kadınlar diğer kadınların başına gelen felaketleri bilirse antik çağdaki ya da kabile hayatlarında olduğu gibi ona kol kanat gerip acılarını sarmaya çalışmıyor. Duymamazlıktan geliyor veya unutmak istiyor. Ötekinin de unutmasını istiyor. Çünkü içten içe ekilmiş müthiş bir ezilmiş değersizlik duygusu ile yaşıyoruz. Kadınlardan faydalanılması ise neredeyse doğal karşılanıyor toplumda. Erkektir, dürtülerine yenilmiştir, öyledir, böyledir, şöyledir. Onun yerine yıkıcı davranışların sorumluluğunu da almak kadına düşüyor. Sırtlansın kadın kendi derdini, yürüsün gitsin.
Kadınlar
en yakın arkadaşlarından birisi tecavüze tacize uğradığını
(tahmin ettiğinizden sık oluyor) itiraf ettiğinde ilk tepki olarak
“ah işte insanın kendisini çok iyi koruması gerek” diyorlar,
biliyor musunuz? Bu ne demektir? Her türlü hareketinden sorumlu
olduğunu sende bir delik var ve onun kapağı yok diye sürekli
kendini kollamalı korumalısın gibi bir tavrı, yükümlülüğü
bize kim neden öğretiyor? Bir insan evladı varlığından,
varoluşundan sorumlu tutulabilir mi? En büyük sorun kadınların
başına gelenlerden olup bitenleri farkedemeyecek kadar sorumlu
tutulması, eğitimli sayılabilecek (ne demekse) erkeklerin bile
dürtü geldiğinde hiçbir engel tanımayacak kadar ilkelleşip
bunun da sorumluluğunu alamayacak kadar kendi cinselliği konusunda
bile cahil cüheyla olmasıdır. Tecavüzünden, şiddet eyleminden,
cinayetinden bile sorumlu tutulmayan bir erkek toplumunda hala
kendimiz gibi yaşamayı deniyoruz. Tabii ki olmuyor!
Erkeklerin
hızlıca
suçu başkasına
atmayı alışkanlık haline getirdiği bir ülkedir Türkiye. Ve
bakın bu insanlar senelerdir
iş hayatında patron oluyorlar. En fenası siyaset
yapıyorlar. Hakim,
savcı oluyorlar. Çeşitli bahanelerle tutuksuz yargılanma
kararları verip karısını sevgilisini öldürmüş erkekleri
dışarıya gerisin geriye salıveriyorlar. Televizyonlardan
topluma seslenip “kadınlar kahkaha atmasın, hamile ortalıkta
dolaşmasın, vs...” diyorlar. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu ile çalışmaya başladığımdan
beri çeşit çeşit can sıkıcı hikaye duydum. İlk denediğinde
öldüremediği karısını sığındığı evde
polisin yardımıyla (aslen
suç)
bulup sığınma evine 100 metre kala vuran erkekler var bu ülkede.
Sorsan hepsi çok seviyor, ama sorsan pişman da değiller.
Elektrik
kesintisinden trafolara kaçan kedileri suçlayan enerji bakanı var
yahu
bu
ülkenin. Kadınları ise her türlü
sorunu tek
başına
üstlenmeye o kadar alışık
ki kendi rızası dışında başına gelen bir felaketi bile
üstlenip “kedidir kedi” demeyi normal karşılıyor. Erkeklerin
davranışlarından sorumlu olmadığı kadınların tüm suçları,
yanlışlıkları,
felaketleri
üstlendiği bir ülkede eşitlikten bahsedemeyiz. Konu bu kadar
basit.
Eklenti:
Özgecan Aslan katledilmeseydi bu yazıyı yayınlamayacaktım. Ama
sosyal medyadaki paylaşımlardan fenalık geçirdim. Bir konuda
farkındalık ile feveran etmeyi, feryat figan etmeyi hep birbirine
karıştırdık. Farkındalık öyle kendiliğinden bir anda
gelişebilen bir durum değil. Toplumsal cinsiyet, şiddet,
cinayetler üstünde yıllardır çalışan kadın dernekleri,
oluşumları var. Onların önderliğinde, ellerindeki bilimsel
verilerden yola çıkarak, tam da şimdi konuya artık gereken
hassasiyeti gösterme zamanı. "Kadına karşı şiddet ve
cinayetler politiktir" diye senelerdir söylediğimizde, veriler
paylaştığımızda hem medya hem de sosyal medyada konunun gerçek
bir tabu olduğunu gördük. Paylaşımlar çok çok azdı. Ben bu
ülkede bir güzellik olabilecekse öncelikle kadın hareketi
sayesinde olacağını biliyorum. Biliyor değil, eminim. Çünkü
mücadele çok büyük. Hala bu emeklerinin karşılığında
lütfediyormuş gibi dinleyip sadece duyarlılık dersi çıkaran
herkese kızgınlığım artıyor. Biz bu farkındalık uğruna
tacize tecavüze uğruyor, ölüyor öldürülüyoruz. İstediğimiz
gibi yaşayınca fahişe damgası yiyor, “boşanmak
istiyorum, çünkü artık kendi hayatımı kurmak istiyorum”
diyince (istatistiki olarak en fazla cinayet sebebi bu) çatır çatır
öldürülüyoruz. “Biz yürümek istiyoruz ama feminist kadınlar
siz bizimle yürümeyin diyor” diye sosyal medyada ağlayan
erkekler, siz de bir durun kardeşim. Yürümeyiver iki dakika. Bu
kadınları ikna edemiyorsan orada birlikte yürümeye işte vardır
bir sebebi. Kendin başka bir eylem akıl et, konuyla ilgili bir
hareket düzenle, bir şey yap, sen çağır kadın arkadaşlarını
düzenlediğin eyleme. Ya da dur biraz. #sendeanlat da yazılanları
bir düşün anla da sonra istersen istediğin kadar yürürsün.
Duyarlılık da kendiğinden gelen bir durum değil. Sindirilmesi
gereken bir durumdur. Bu hareketin neresindesin, yorumla, kendi
günahlarınla yüzleş, sonra ne yaparsan yap!
Kardeşimsin Özgecan. |
Thursday, January 8, 2015
Bestecinin kadını olur mu?
Bir süredir birlikte çalıştığım İtalyan kadın besteciler vakfı Donne in Musica ile birlikte Türkiye'de Müzik Üreten Kadınlar konulu bir kitap hazırlamaya çalışıyoruz. İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınlarından çıkacak 2015'te. İçinde Osmanlı dönemi hakkında ciddi çalışmaları olan Şehvar Beşiroğlu'nun da yazısı ve katkıları olacak. Konu hakkında Türkiye'den çıkmış kapsamlı ilk yayın olacağını umuyoruz. Çünkü zaten yok! Fikir de İtalyanlardan geldi. O kadar çok bastırdılar ki mecburen yazıyoruz. Bize kalsa bu umutsuzluk düzeninde daha da yazmazdık bence. Zaten ben müzikolog değilim. Toplumsal cinsiyet konusuna ancak Bilgi Üniversitesi'nde açtığım tek dönemlik derste değinebiliyorum. Zorlamasalar konuyla ilgili küfür etmek dışında pek ciddi bir şey yazasım da yok(tu).
Tabii ki kadın besteciler ile ilgili Türkçe dilinde akademik olarak yazılmış çok az yazı var. Bir elin beş parmağı kadar. Bir kaç da makale ve köşe yazısı. Memleketin akademik ortamını bilen bilir, birbirinden çalarak yazmaya alışmış olduğu için insanlar bu koskoca bomboş alanda makale veya tez yazmıyorlar, üşenip üretmiyorlar diye düşünüyorum. Araştıracak materyal yok, her şeyi en baştan kazımak, arşivlemek, toparlamak lazım. Ayrıca zaten gizli bir tabu kadın müzisyen olmak memlekette. Sorsan kadın müzisyenler kabul etmiyor ki bir ayrımcılık içinde olunduğunu. Onları konuşmaya, farketmeye ikna etmen gerekiyor önce. Erkeklere sorsan kadın olmak hatta neredeyse avantaj. Bir baksınlar bakalım kaç tane trompet, kontrbas çalan, tuba çalan kadın var etraflarında. Şarkı söyleyene cennet müzik dünyası diye düşünüyorlar, cidden orada da az erkek şarkıcı var. Uzaktan sayısal olarak kuş bakışı baktığında bile tabloda bir yanlışlık var. Çok tanınmış bilinmiş bir ses mühendisi arkadaşımız zamanında masada oturmuş konuşurken biraz sonra istanbul caz festivalinde sahneye çıkacak kadınlardan oluşan caz grubu için "ya ama selen kabul et kadınlar da tenor sax çalamıyor yani kuvvet isteyen bir şey o çalgı" demişti. Kim demiş, kim? John Coltrane mi? Ornette Coleman mı? Onlar o sazı öyle üfleyecek diye biz önceden biliyor muyduk? Sen değiş, üşenme bir aç kulaklarını neden öyle üflemiyor da böyle üflüyor bu kadın? Farklı üflüyor diye sorun senin beklentilerinde mi onda mı? Yoksa sadece ağzına bir şey sokarak çalan kadından mı hoşlanmıyorsun? Eh bunların cevabı yok tabii karşıda. Çünkü en baştan kafada zaten soru yok.
Evin İlyasoğlu Çağdaş Türk Bestecileri diye bir kitap yayınladı Pan yayıncılıktan. En son baskısında 71 kişiden bahsediyor sadece 8 tanesi kadın. Bu arada kitabın baskısı yapılmıyor artık. O dönemde en az 20 besteci kadın sayarım orada yazan ismi bulunan erkek bestecilerden daha aktif ve uzun bir eser listesi olan (kendim dahil). Neden yokuz? Çünkü kimse yazıp çizmemiş, doğru düzgün bir araştırma yapılmamış. Ben yazıp çizeceğim. Onca işin arasında bunu da yapacağım. Bir sürü işin ilklerini yaptığımız gibi... Kadın Besteciler diye Turhan Taşan'ın bir kitabı var. Onun da baskısı yok. Türkiye'de bir tanecik olan Kadın Müzesi'ne araştırma soruyorsun, Müzik alanı diye işaretliyorsun, "aradığınız alanda çalışma bulamadık" yazıyor ekranda. Böyle umutsuzca bakakalıyorsun. Seksen küsür milyon insan var memlekette, çalışma yapılmamış alanda müzikologlar yetişiyor. Onlar da hala Schubert'in hayatı hakkında filan tez yazma derdinde. Kopyala yapıştır.
Şimdi burada asıl konu herkes için aynı. Besteci, şarkı yazarı, müzik yazarı kendini kadın erkek diye bir ayırıma tabi tutuyor mu ki? Elbette tutmuyor. Zaten sorun da bu ya. Sen kendini üreten bir insan olarak görüyorsun. O ayrımı sen yaratmıyorsun. Ben kendim için 'merhaba ben kadın besteci selen' demiyorum ki, besteciyim diyorum (izninizle). O zaman neden bütün bu çaba? Çünkü tarihe baktığınızda Berlin Filarmoni Orkestrasına ilk defa kadın müzisyen alındığında, kemancı *Madeleine Carruzzo, yıl 1982 idi. Viyana Filarmoni orkesrasına ilk kadın müzisyen 1997'de girdi. Şu anda kompozisyon yarışmalarında isim soyad yazamıyorsunuz eserin üzerine ki cinsiniz belli olmasın ve size buna göre ödül verilmesin. Ya da artık büyük orkestraların kadro sınavlarında perde arkasında çalıyorsunuz ki kadın veya erkek ayrımı yapılmasın. Çünkü yapılıyor! İnsanoğlunun hala böyle önlemlere ihtiyacı var kararda cinsiyet durumundan etkilenmemek için. 2013'te BBC orkestra programına kaç kadın besteci eseri soktu dersiniz? Sıfır (0). **Kadınlar müzik yazamıyor mu? Buna artık popomuzla gülebileceğimiz günlerde yaşıyoruz neyse ki.
Türkiye'de durum ne peki? Google araştırmasına göre durum bu :)
Asıl durumu artık kitaptan okursunuz canlarım. (Kıps)
Dünyanın turne yapan ilk virtüöz piyanisti Clara Schumann |
Evin İlyasoğlu Çağdaş Türk Bestecileri diye bir kitap yayınladı Pan yayıncılıktan. En son baskısında 71 kişiden bahsediyor sadece 8 tanesi kadın. Bu arada kitabın baskısı yapılmıyor artık. O dönemde en az 20 besteci kadın sayarım orada yazan ismi bulunan erkek bestecilerden daha aktif ve uzun bir eser listesi olan (kendim dahil). Neden yokuz? Çünkü kimse yazıp çizmemiş, doğru düzgün bir araştırma yapılmamış. Ben yazıp çizeceğim. Onca işin arasında bunu da yapacağım. Bir sürü işin ilklerini yaptığımız gibi... Kadın Besteciler diye Turhan Taşan'ın bir kitabı var. Onun da baskısı yok. Türkiye'de bir tanecik olan Kadın Müzesi'ne araştırma soruyorsun, Müzik alanı diye işaretliyorsun, "aradığınız alanda çalışma bulamadık" yazıyor ekranda. Böyle umutsuzca bakakalıyorsun. Seksen küsür milyon insan var memlekette, çalışma yapılmamış alanda müzikologlar yetişiyor. Onlar da hala Schubert'in hayatı hakkında filan tez yazma derdinde. Kopyala yapıştır.
Elektronik müzik yaratıcısı Delia Derbyshire müzik üretirken |
Şimdi burada asıl konu herkes için aynı. Besteci, şarkı yazarı, müzik yazarı kendini kadın erkek diye bir ayırıma tabi tutuyor mu ki? Elbette tutmuyor. Zaten sorun da bu ya. Sen kendini üreten bir insan olarak görüyorsun. O ayrımı sen yaratmıyorsun. Ben kendim için 'merhaba ben kadın besteci selen' demiyorum ki, besteciyim diyorum (izninizle). O zaman neden bütün bu çaba? Çünkü tarihe baktığınızda Berlin Filarmoni Orkestrasına ilk defa kadın müzisyen alındığında, kemancı *Madeleine Carruzzo, yıl 1982 idi. Viyana Filarmoni orkesrasına ilk kadın müzisyen 1997'de girdi. Şu anda kompozisyon yarışmalarında isim soyad yazamıyorsunuz eserin üzerine ki cinsiniz belli olmasın ve size buna göre ödül verilmesin. Ya da artık büyük orkestraların kadro sınavlarında perde arkasında çalıyorsunuz ki kadın veya erkek ayrımı yapılmasın. Çünkü yapılıyor! İnsanoğlunun hala böyle önlemlere ihtiyacı var kararda cinsiyet durumundan etkilenmemek için. 2013'te BBC orkestra programına kaç kadın besteci eseri soktu dersiniz? Sıfır (0). **Kadınlar müzik yazamıyor mu? Buna artık popomuzla gülebileceğimiz günlerde yaşıyoruz neyse ki.
Türkiye'de durum ne peki? Google araştırmasına göre durum bu :)
Asıl durumu artık kitaptan okursunuz canlarım. (Kıps)
*Berlin in Lights: The Woman Question
**Yazabiliyor. Bak : wimust
Subscribe to:
Posts (Atom)