Tuesday, March 24, 2015

TK1783 Kopenhag: Gidenlerle kalmak. Kalanlarla gitmek.



center Malmö. bu arkadaşlar yeni. sokak çalgıcısı

Şu anki durumum bir gerilim senaryosu için ideal. Sağım solum arap ve afrikalı çocuklarla dolu. Önümde arkamda çarprazlarımda her koltukta bir ebeveyn ve sağında solunda ikişer çocuk oturuyorlar. Şimdilik korktuğum kadar kötü değil ama bağırıp çağırmalar yavaştan başladı. İçeride bayat bir koku var. Hem sese hem de kokuya aşırı duyarlı bir insan olarak bu veletlerle yolculuğun sonunda ne hale geleceğimi kestiremiyorum. Kopenhag'a şimdi yolculuk. Oradan en güzel tren yolculuğunu yapıp Malmö'ye geçeceğim okyanusun üzerindeki değirmen tarlasını görerek...



Uçağa bindiğim anda içimden konuşmaya başlıyorum. Nadiren birisiyle uçuyor olsam ve yanımda olsa da bir çeşit alışkanlık sanırım, yazmazsam olmuyor. En son yurt dışına konsere gitmemden bu yana 8 ay geçmiş. Benim için çok uzun zaman. O seyahattaki sağlık problemlerim canımı sıkmıştı biraz fiziksel yorgunluk da vardı, yerimde durmayı tercih ettim bir süre. Durmasaydım daha iyiydi sanki, ama durdum işte. İnsanın öğrenmesi gerekenler olduğunda durması gerekiyor zaten. Hareket halindeyken sadece bilgi topluyorsun. Ne olup bittiğini anlamak için zamanla durağan bir ilişki kurmak gerekiyor. Daha da henüz anlayamadım. Hala deniyorum.

Havaalanına geldiğimde İstanbul'da en çok anımın nerede olduğunu düşündüm. Kesinlikle Atatürk havalimanı. Karşılamalar, karşılaşmalar, birleşmeler, ayrılıklar, sevinçler, üzüntüler,açlık, parasızlık, kayıplar dahil her türlü eylem ve duygu var. Bu aralar ayrılık yüzünden olsa gerek geçmişi çok düşünüyorum. Başka ayrılıklar, buluşmalar hatırlıyorum. Hayatımdaki ilk depresyonumu yaşadığımda 29 yaşındaydım. Birisini ne kadar sevdiğimi anlayamadığım ancak ayrılıktan sonra farkedebildiğim için dağılmıştım. Sevdiğine, kendini farkedemediğin için yapılan haksızlık bana yaşadığım herşeyden ağır gelmişti. Senelerce atlatamadım. Taa ki bir gün, sekiz yıl sonra ona karşı hislerimi gerçek bir mektupla anlatıp yollayana kadar. İlişkimizi hiç koparmadık. Benim depresyonla mücadelemde yardımcı oldu. Başka memleketlerin insanı olarak ayrı ülkelerde yaşıyorduk ama daha ayrıldığımızın ilk haftasında üstünde 'yanındayım' yazan çiçek yollamıştı. Öyle sürprizler yapmayı severdi, turneye gittiği yerlerden bir şeyler yollardı zaten. Duygu çatışması içinde kaldığım belliydi, iyileşmem için destek olmak istiyordu. Onu terketmiş olmama rağmen seviyor olduğuma güven duyduğunu düşünüyorum. Bir gün bana yeniden eski sevgilisine aşık olduğunu anlattı. Seneler sonra konser için İstanbuldayken onunla evlenecek olacağını anlattı. Kanser olduğunda ilk bana telefon açıp anlattı. Son kemo terapisinde yanına gittim. Atlattı kanseri. Çocuğunun adını Pia koydu. Seneler sonra ancak elle yazabildiğim mektubuma elle cevap yazıp, hem ilişki içinde olduğu insana sahip çıkan hem de benim hislerimi incitmeyen harika bir cevap yazmıştı. Ama zamanında ne kadar da incitilmiş olduğunu tek bir cümle ile öyle güzel anlatmıştı ki... Hayatımda aldığım en dürüst ve gerçek hisler barındıran mektuptur. Hala birlikte çalıyoruz. Albümler yapıyoruz. Onu gidip heyecanla aldığım havaalanından dönüşünde yolcu etmeme izin vermemişti. Sonra defalarca konserler için geldiğinde alıp geri bıraktım. Ama o bir sefer dönüşü olmayan yoldu. Varlığına müthiş değer verdiğim birisidir. O değer de öyle kolay kazanılmıyor işte. Neler neler atlatıyorsun...

Sevince saklıyorsun şeylerini biliyor musun? Bunu kitap ayracı yapmışım. Kitabı da bitirmeye kıyamadığım 20 sayfası için yanıma almıştım içinden çıktı. İşte hayaller Stockholm gerçekler kitap ayıracı!
























Herkes hep çok sevilmek istiyor, artık. Olduğu gibi kabullenilmek ve sevilmek istiyor. Ama kimsenin olabilmek için hiçbir şey yapası da yok. Tükenmişlik kendi ihtiyaçlarını, yapmak istediklerini sorgulayamadığın, kapasiteni bilmediğin zaman kaçınılmaz son. Kendi tükenmişliğinde insanlar çaresizlik içinde yakınındakini de peşinden sürüklüyor. Türkiye'de arada kalmışlığımız, bir kültüre, yere ait olamamışlığımız amorf başka bir kültür (buna kültür denilemez ama) yaratmış gibi gözüküyor. 90larda coşkuyla karşıladığımız Globalizm de bu konuda dünyanın başına dert oldu. Dürüst olmayan davranışlardan herkes muzdarip fakat kimse dürüst ilişkiler yaşamak istemiyor. Çünkü o kadar zor ki! Açlık en kuvvetli dürtü, tek motivasyon oldu artık. İnsanlarda bitmek bilmeyen bir açlık yaratan sistemin ortasında yaşıyoruz. Etkilere açıksan kendini koruman iyiden iyiye zorlaşmaya başladı. Sürekli uyaranlar var etrafımızda. Ama açlığı bastırmak, hemen gidermek için yapılan her çabuk eylem arkasından daha fazla açlık ve susuzluk getiriyor. Tıpkı atıştırmak gibi, fast food yemek gibi.. Daha fazla şiddetin, şiddet ihtiyacının olması en yakınımızdaki insanlarda bile işte bu yüzden. Cinsel açlıkla saldırmak ile obezite aynı koridorun sonu. Açlıkla duygular karışıyor, kontrolsüzlük başlıyor. Durmadan boşuna zombi filmi çekilmiyor. İnsanlık zombileşmek istiyor. Açlıklarını gidermek için sokaklarda başı boş dolaşmak ve gerçeklikle, GERÇEK olanla beslenmek, onu vahşice parçalayıp yoketmek, yiyip bitirmek istiyor. İnsanoğluna o çok meraklısı olduğu salgın hastalık çoktan geldi bile. Dünyada kalan bir kaç gerçek kişinin verdiği mücadele mi yaşamak sanatı? Filmlerdeki, dizilerdeki gibi mi? Her yerde şikayet ettiği şeye dönüşen insanoğlu. İkiyüzlü, yalancı ve sahtekar. Dünyayı yiyor, iklimleri yiyor, hayvanları yiyor, zayıfları yiyor, fakirleri sokaklarda bırakıyor, köylüyü topraksız bırakıyor, madenlere hapsediyor, çöpünü ayrıştıranla, aydınla entel diye dalga geçiyor, klasik müziği eski, sanatçıyı ciddi diye hor görüyor, küçük araba kullananı trafikte aşağılıyor, bisiklete bineni taciz ediyor, çalıp çırpıp haczediyor. Gerçeğe tecavüz ediyor yetmezse öldürüyor. Hatta kafasını kesip yakıyor. Hızla açlığını bastırmak... Bir anlık haz için. Hazzın kalıcılığı ancak sanattan kültürel aktiviteden keyif almakla oluyordu, öyle değil mi? Yaratıcı aktivitede bulunmak. Atıl enerji için mesela spor yapmak. Kimsenin vakti yok. Vakti de yiyorlar. Heyhat bir insanın VARlığını hala ona ancak gerçekten dokunarak anlayabiliyoruz. Dokunacak GERÇEK bir şey varsa tabii. Birisine sen çok özel birisin dediğimizde onu yiyip bitirmek üzerine değil, gerçekten dokunmak ile ilişki kurduğumuz zamanlar vardı. Ama bir zombi sanattan, aşktan ne anlasın?

Tatlı yiyelim tatlı konuşalım. Bu İsveç Mart ayının gülü Semla. 
Konu aslında ne sizinle ne de benimle ilgili. Konu inanmazsınız Tayyip de değil. HDP de değil. Fakat olan oldu bence. Biz artık resmen birbirimizle yaşayamıyoruz. Yaşamak isteyen ufak çocuklar kaldı içimizde. Bütün hatalarıyla tüm günahlarıyla anneleri tarafından sevilmek isteyen küçük kırgın çocuklar. Ergenliğini yaşayamamış bir sürü yetişkin ergen. Kızgın ergen. YERGEN. Ama yetişkin hayatı öyle değil maalesef. İyi ki de değil! Geçen gün bir şeye şahit oldum; araba kullanıyordum, kaldırımda bir adam ilişti gözüme elinde bir zarf tutuyordu, açtı ve okumasıyla havaya sıçraması bir oldu. Müthiş bir sevinç vardı yüzünde. Kahkahalar atıyor bir taraftan da etrafında bakıyordu. Önce arabayı kenara çekip hemen gidip sarılmak istedim adama. İçim mutlulukla doldu. Çünkü insan işte böyle bir şey. Sosyal hayvan. Sevincimizi de üzüntümüzü de paylaşınca anlam kazanıyoruz. Sonra içimi yoğun bir hüzün kapladı. Çünkü insan işte böyle bir şey. Sevincimizi de üzüntümüzü de paylaşınca anlam kazanıyoruz. Ya.


havada bir yerde, saat 11.15 am ya da 12.15 pm

Notlar hep uçaktan sonra yazılırlar...
Not1: Kalbim kırık.
Not2: Kıbrısta kaybettiğime emin olduğum küçük yeşil cüzdanım ve içinde konserden kazandığım para, kartlarım vs her gün ama her gün kullandığım siyah çantamın ön gözünden çıktı! Malmö'de. Nasıl olabilir? Bilmiyorum işte tanımsız olan şeylerden biri. Böyle olması gerekiyormuş. Böyle oldu!
Not3: Her geçen gün artık bağırarak kavga etmeyi öğrenmem gerektiğine ikna oluyorum.

yok canım sağol. ben orijinallerini görmeye geldim. 
Not4: Yetişkin olmayı öğrenmek üzerine müthiş eğlenceli bir yazı; The subtle art of not giving a FUCK
Not5: Aşırı kırmızı rujlu takma kirpikli tayt giymiş kadınların %80'i ortadoğulu burada. Dikkatinizi çekerim! İsveçliler olduğu gibi. Tayt ve kırmızı ruj olmayan bir ülkede hala güzel (seksi) bir kadın gibi hissedebilmek... Teşekkürler medeniyet. 


No comments: