Konu aslında bu değil. Aslında ben de bilmiyorum konu ne. Konu aslında tirbuşon bozuk olduğu için binbir güçlükle açtığım, Alper Yılmaz önerisi 2007 model harika İspanyol şarabından geliyor. Bir de enerjisizlikten.
Bazen yazmak istiyorum, şöyle aksın gitsin. Müzik yazarken de çoğu şarkıyı öyle yazıyorum. Açıkça söylemek gerekirse şarkı yazmak sanatsal anlamda önemsediğim bir şey değil. Gelişine topa vurmak gibi benim için. Yazdıktan sonra üstünde düşünmüyorum. Şurasını böyle yapayım burasını böyle diye süslemiyorum. Şarkının ifade ediliş şekli bence öyle olmamalı zaten. İfadenin kuvveti lafın nasıl söylendiğinde gizli. "A ve B arasına C sokuşturayım"da değil. Ama eser yazarken böyle değilim.
Sanırım eser yazasım var. Çok kıvranıyorum bu aralar. Yönetmenin uzun metraj çekme isteğine benzer uzun süreli müzik yazmak. Kıvranırsın. Sonunda ya yazarsın, ya da kendinden mutsuz olursun yazamadığın için. Ben şekilden şekile giriyorum. Çok yazasım var ama o yazma süreci "bir yandan ders vereyim, konser vereyim, sosyalleşeyim"i kaldırmıyor. Yine tek başına yol gözüktü galiba bana şöyle bir kaç gün. Yol iyidir.
Neden iyi yazarların şarap içtiğine dair harika bir yazı okudum geçenlerde. Sosyal medyada paylaşıldı denk gelmiş olabilirsiniz. Bilmiyorum neden ama bir etkisi olduğuna inanıyorum ben de. Yaratıcılık ruh halinin içkisi var. Her zaman şarap değil. Rakı ise zamanı, zaten konu yaratıcılık değil benim için. Öyle yani!
Akışına yazıyorum. Through composed. Bütünsel form. Baştan sona bestelenmiş müzik gibi. Aynı fikri geliştirebilirsin, ya da başlarsın, fikirden uzaklaşırsın gidersin. Kişisel dünyamda sözlü duygusal ifadede kuvvetli bir insan olamadım pek ama kendimi düşünce dünyasında iyi ifade ettiğim söylenir. Duygu dünyasıyla ilgili konuşmam gerekirse söyleyebildiğim en manalı şey "sinir olmak". Sinir oldum diyerek sekiz değişik çeşit duygu ifade edebilirim. Çok iyi yakın arkadaşlarım vardır onlar aslında anlarlar ne olduğunu, ama bilmeyen birisi için ilk tanışmada kaprisli birisiymişim gibi gözükebiliyorum. Aslında gerçekten değilim (bence).
Kadın hakları meselesine "sinir oluyorum" mesela bu aralar iyice. Uykularım kaçabiliyor. Tutucu bakış açısı, kadını ötekileştirme, varlığını bastırmaya çalışma o kadar etken bir motivasyon oldu ki toplum için çoğunlukla konuşmalardaki (özellikle politikacıların söylemlerinde) ayrımcılık vurgusu duyulmuyor bile. Bunu farketmeyen, savunan, savunmaya soyunan kadınlar ise iyiden iyiye canımı sıkmaya başladı. Kadın olmanın tek koşulu kadın olduğunu kabullenmektir. Bunun dışında başka bir varoluş şekli yok. O kadar çok sosyal kodlamaya maruz kalıyoruz ki yetişkin olduğumuzu anlamamız, seçimlerin kendimize ait olduğunu, bir cinsel kimliğimiz olduğunu anlamamız gerçekten uzun zaman alıyor. Erkek, Kadın, Gey, Trans... olmak, neyse o kendi halinle var olmak zor zanaat. Her seksin kendi tutucu dünyası var bu ülkede. Tutucu bakış açısı herkes için, her kesim için geçerli. Büyük baskı. Diğer yandan çok yakından tanıdığınız bir erkek başka hemcinslerinin yanında Tayland'da 14 yasında bir kız çocuğu ile nasıl beraber olduğunu ballandıra ballandıra anlatabiliyor. Bunu ruhen kaldırabilmek, kabullenmek benim için pek mümkün değil.
Bestecinin hastalığıdır; illa ki başı sonu olacak, konular birbirine bağlanacak, geliştirme olacak içinde falan filan.. Bu yazının yok öyle bir derdi. Bütün sorun iki saat uğraşıp ancak açılabilmiş İspanyol şarabında (fikir tekrarı - repetition - yine de ve illa ki meslek hastalığı).
İstanbul'da Klüpler kapanıyor tek tek. Hayal Kahvelerini, Babylon'u Ferit Şahenk aldı. Öyle bakıyoruz. Ya ne yapacaktık o da ayrı konu? Ama çalacak yer kalmadı. Hayal Kahvesi'ni Ferit Şahenk'in aldığını bir tek ben biliyormuşum gibi gözüküyor. Ya da kimse önemsemiyor. Şaşırmam. Müzisyenler Hayal Kahvesi Gaziantep, İzmir, Ankara, Kuşadası dolaşıp duruyor. Kimse merak etmiyor mu nereye gidiyor çalmaya? O Hayal Kahvelerini oraya buraya kim açtı? Önemsemiyoruz. Peki tamam. Ankara'dan İzmir'den soruyorlar neden gelmiyorsunuz çalmaya? Sanki benim kaprisimmiş gibi gözüküyor. Halbuki biz gidemiyoruz oralara. Kimse ne yaptığımızı çözemediği için. Benim bile bazen kafam karışıyor. Kimseye kızamıyorum o yüzden :) Benim kaprisim değil. Şartlar uygun olmuyor. Nasıl olmuyor? E olmuyor işte! Yoksa İtalya'ya Amerika'ya gidiyoruz, Japonya'da CD'lerimiz basılıyor. Oraya da gelmez miyiz? Geliriz aslında da...
Kalbim kırık. Aşk meşk mevzularında değil sadece. Geçen gün Sarp Keskiner röportajında "Albümdeki (Başka) tüm sözlerin arasından belirip duran ve seni, senin kalbine denk düşecek şekilde okumayı başaramamış bir adam var sanki..." deyiverdi :) Soru mu bu? (Boru).
Aklıma geldi. Amerika'dan döndüğümde 26 yaşındayken Hülya Tunçağ beni Borusan Kültür Evi'nde yapılan "Ne olacak Türkiye'de Caz müziğinin hali?" benzer konulu bir tartışmaya çağırmıştı. Hatta Gülüş Gülçügil-Türkmen ile de orada tanışmıştık. Kalplerinin kırık olduğundan, yaratmak istemediklerinden bahsettiler. Ben de böyle bir durumun benim için imkan ihtimal dahilinde olmadığını düşündüğümü ifade ettim. "İçimden geliyor müzik yazmak, durdurulabilir bir eylem değil ki" dedim. Gencim diye pek ciddiye almadılar. Oturumun sonunda da şimdi hepsi yakından tanıdığım abiler ablalar Gramofon'a kahve içmeye gitmeye karar verdiler. Ama her nasılsa beni çağırmayı unuttular! Biz de Gülüş ile kahve içmeye gittik. Yeni gelen hemen araya alınmazdı geçmişte. "O da çeksin, biz neler çektik" gibi bir düşünce şekli vardı. Ama işte o zaman gençtik ya, şimdi olgunlaştık. Ve şu oldu; ben bu sabah başka randevularımı önemsemeden eski bir öğrencim, şimdiki dostum benimle buluşmak istedi diye hasta masta kalkıp gidip onunla kahve içtim. Yine içerim. Hepsiyle içerim, rakı da içerim, birlikte çalarım, kitap paylaşırım, sorunlarını dinlerim, en güzeli kendim anlatırım, paylaşırım. Müzik önerilerini dinlerim. Ben var oldukça onlar da benim canım ciğerim.
Yaşadığım sürece başkalarının kalbimi yaratma sürecimi durduracak kadar kırmasına izin, imkan ve ihtimal vermeyeceğim.
No comments:
Post a Comment